Tepemde haddini çoktan aşmış tumturaklı bir gök ve hemen altında sehven göz göze geldiğim, sönmekte olan bitap yıldızlar…


Gök, haddini her gün tam da bu saatlerde rengini açmak cüretini göstererek aşarken öldürdüğü binlerce şeyin arasında yalın ayak gezinen kara pelerinli bir cellât.

Rengi saatler ilerledikçe açılırken, gezinirken giyindiği pelerinine de bir o kadar kara bulaşıyor. Rengini açtıkça sabaha karşı kıyısına vuran fikirleri öldürüyor. O kıyıdan izlenilen yakamozu çalıyor cümlelerin içerisinden. Yıldızların yerlerini sorgulayan, ölenler için de yaslar misafir eden gözlerden ferler çalıyor bir bir. Saatler birbiriyle yarışıp bir kazanan belirleme kavgasına düşerken gök, aydınlanmak için geceyi ev belleyenlerin camlarını indiriyor aşağıya. Parçaladığı camların cümlelerinden noktaları çalıyor.


Her gün, bir önceki günden daha fazla vurgun yapmış olarak doğuruyor güneşi, sermayesinin üstüne. Gök, binlerce mavi şapkadır, diyen şairlerin yüzünü kara çıkartmaya meyledip giyiniyor kasvetini. Renkli şapkalarını karanlıkta takıp elinde kalemle kapı ağzındaki gıcırtının hasbihâline düşmüşlerden, çalıyor tüm dinginliklerini.

Gecenin ağır hissini çalıyor, gecenin boşluğuna dolan loşluğu çalıyor… Sıkılmadan soyunuyor kendi başına yazdığı sirkat destanına.

Sıkılmadan kelimeleri diziyor, ayakları altına tabure koymadan, kalın kalın iplere… Bir gürültü peydâ oluyor göğün rengi açıldıkça. Bir karmaşayı doğuruyor güneş, kendisini doğuran gökten sonra.

O karmaşa, o kapkara olan pelerini her doğuşunda daha da zifirileştiriyor, elinde ateşle, üzerine mürekkep sinmiş hiçbir kâğıt bırakmamak istercesine dolanıyor ruhu kalem tutanların enselerinde…


Düşünmeye, susmaya, derinleşmeye eriştirmemek için dizelerin toplanıp açıldığı kıyıların uçlarında gizleniyor. Kalemin kâğıtta kulaç atmaya devam etmeyince boğulmaya yaklaştığını ezber heybesinde taşıdığından, akan her şeyi tüketmenin peşine düşüyor.


Bir aydınlık, bir geceyi bozunca, yerin metrelerce altına bütün bir ömrün şiiri gömülüyor.

Mısra mısra yakıyor gök, kendi rengini açmak için, tüm cinaslı şiirleri. Önce yakıyor, sonra yangından arta kalan küllerin bir kelime hatırı uğruna sürünerek kendisini gömüşünü seyrediyor.


Binlerce şeyi öldürüyor gök, açılırken.

Yola çıkacak binlerce sözcüğün omurgasını büküyor. Zor zamanlardan sıyrılmanın verdiği zararı, sözcüklerin omurgaları üstleniyor…

Karmaşasına insan gürültüleri karıştırıyor, geceye dair yaşayan hiçbir şeyin kalmadığından emin olmak istercesine ve kaldıysa da göz ucuyla dahi denk düşmemek adına açılmış, haddini aşmış, pervâsız gök… Düşünmeyen, idrak ve itiraz etmeyen, tekdüze binlerce insanın sesini… O bedhah pelerini çekip sırtına, bu birbirinin aynısı olan boğuk sesleri etrafa yaymak uğruna pes etmeden tekrarlıyor, yere bastıkça çıkardığı sesle kösü andıran adımlarını. Geceden çalınan tek bir harfe değecek adım bile yerleştirmiyor aydınlığının ihtişam vadeden kısmına.


Güneşin tepede yerini almasıyla aydınlığın misâlen karanlık haline bürünen saatler, güneş oturduğu yerden sıyrılana kadar en bedbaht vakitlerini yaşatıyor, kalemine sarılıp göğün aydınlanma savaşında hayatta kalmayı başarmış bir avuç kalp atışına, kapı gıcırtısına, rüzgâr ıslığına…

Sesini, o anlamsız ve lüzumsuz kalabalığın içinde sükûtu gizlercesine gizleyen kalplerin bam telleri, kendilerini vakitleri yaklaştıkça sağlamlaştırıyorlar. Gecenin nahif karartısının aslında aydınlığın öz yüzü olduğunu anlatmak için yeniden şiirler boyu, kendi savaşlarına hazırlanıyorlar…

Gök, kendi destanında kaybediyor geceye doğru kavgasını…


Bir kıyı boyu yenilgisini seyrediyor yığıldığı yerden. Yeni bir savaşın kapısını aralayacağı birkaç saat sonrasını bekliyor. Hoyratça yükselen tüm seslerin kesilişi, için için kendisini karanlığın parlak ve gerçek yüzüne aksettirse de, şiirleri gömdüğü gibi yiğitçe gömemiyor bulanık fikir yığınlarındaki yapışkanlığı.


Oysa gök bıraktı mı aydınlanma savaşını, yeniden kafiyelerle çevriliyor penceresi yerinden sökülmüş evlerin topak topak bekleyen fesleğenleri. Hiç uçmamış kuşlar kanatlanıyor birden, renkli şapkalı adamların ve kadınların harıl harıl yazılar yazdığı kayaların üzerinden…


Bir önceki kavgada öldürülen yıldızların yerine yenilerini asıyor, nabzı kalemin ucunda atanlardan birkaçı. Önceki karanlıklarından çalınan dizelerin peşine düşüyor bazısı. Yeni bir savaş peydâ olana kadar, çalınan hislerinden arta kalanları yamalıyor bazıları da…


Gece kendi savaşını, kendini tamamlamaya uğraşırken veriyor usul usul. Yel değirmenlerinin rüzgârla kavuştuğu anlarda, kaybettikleri her şeyi katlarca fazlasıyla geri veriyor mürekkeplerden doğma nehirler, sahiplerine.

Çalmıyor, öldürmüyor, gömmüyor fütursuzca sözcükleri… Bu yüzden elinde kalemi, dilinde de söyleyemedikleriyle ortalıkta yana yakıla yeni bir cümle arayan herkesin savaşı, sadece vâr olabilmenin savaşıdır işte bu destanın içinde. Bir şey çalmayanların, fikir öldürmeyenlerin, bir cümleye bir çağ verenlerin, kavgasını ona kazandıran cümlesini bam teli belleyenlerin savaşı…


Hayatınız boyunca gireceğiniz tek savaşın, vâr olabilmenin savaşı olması temennisiyle.

Vesselam…