Günümüz dünyasında birçok kelime ve kavram içleri boşaltılmış bir şekilde dillere pelesenk olmuş durumda. Direniş, eşitlik, özgürlük, adalet vb. sözcükler sanki bizlere zorla söyletilmekte. Yazdığımız her metinde, ağzımızdan çıkan her kelimede bu sözcükleri kullanmak mecburi gibi sanki. Ne yazık ki umut da bu sözcüklerden birisi. Umudu, günümüz dünyasında neredeyse her an aklımıza kazıyan bir düzenin içerisinde yaşıyoruz. Reklamlar, filmler, diziler ve hatta ufak bir sosyal medya paylaşımında bile umudun kutsal bir kavram olduğundan, o olmadan yaşamanın mümkün olmadığından bahsediliyor. Ancak ben bir işçi çocuğu ve öğrenci olarak; umudun hepimiz adına eşit olduğunu veya aynı anlamı taşıdığını gözlemlemiyorum. Ülkemin her gün bağıran gerçekleri, kapitalizmin ağzından çıkan umut fısıltılarıyla bağdaşmıyor.
Birilerinin bizlere vaat ettiği umut, elimizde olan ya da olmasını istediğimiz materyallerle denk hale geldi. Havuzlu bir ev, yüksek bir statü, konforlu bir yaşam... Bunlar ve türevleri olmadığı taktirde huzuru ve mutluluğu hissedebilmemizin bir mümkünatı yokmuş gibi hissettirilmek isteniyor. Nitekim başarılıyor da ama farkına varmamız gereken, umudun bizleri hali hazırdaki sorunlara daha kolay katlanmaya iteklemesi. Kurulmuş bu düzen, sorunları düzeltip, halkın daha iyi koşullarda yaşamasını sağlamak yerine, toplumu bireylere ayırarak tek başlarına ayakta kalabilecekleri bireyselci bir umut ütopyası vaat ediyor. Bu ütopya, yaşamın gerçek sorunlarına değil, hayalden ibaret ve ulaşılamaz hedeflere gidiyor.
Umudu bu şekilde lanse etmek, özellikle bizim gibi felaketlerin pençesine düşmüş ülkelerde sorunlar ve çözümler arasındaki uçurumu daha da derinleştiriyor. Ülkemizin içinde bulunduğu kabus gibi bir dönemde, sırf karın tokluğu için memleketinden ayrılan, başka ülke veyahut şehirlerde ailelerini ayda yılda anca görebilen işçilerden ne kadar umutlu olmaları beklenebilir? Sokaklarımızda, ulu orta meydanlarda kadınlar, çocuklar, hayvanlar katledilirken umudu kim kucaklayabilir? Halkımızın çoğu geçinmeye ve bir de her gün ölmeden evlerine ulaşmaya çalışıyor. Bu durumda onlara, zorlukların sonunda mutlaka ışık olduğunu sabırla beklemeleri gerektiği söyleyip duruyorlar. Ancak bu bekleyiş, hakikatte onların daha da ezilmesine, emeklerinin sömürülmesine olanak sağlıyor. Bekleyip umuda bel bağladıkça kendi gerçeklerimizi unutmaya itiyorlar. Diğer bir perspektiften bakarsak karşımıza daha sert bir durum çıkıyor. Sadece gününü kurtarma çabasında olan, hayal kuramayan ve yarını belli olmayan bir halka uzun vadeli bir bekleyişten söz etmek ne kadar mantıklı? İhtiyacımız olan şey hemen şimdi adalet, özgürlük ve emek sömürüsünün bitmesi.
Şahsen bu noktada umut denilen kavramın, sistemin bir dayatması olduğunu düşünüyorum. Kapılmamız gereken bir rüyadan başka bir şey değildir. Çocuklar veya ev havyanları için oyalayıcı bir oyuncak düzeneğinden farksız. Hakiki bir değişim başlatma arzusu ise, sahte hayallere dayanmıyor; aksine, içerisinde olduğumuz hukuksuzlukları olduğu haliyle göremeyi, yüzleşmeyi ve düzeni değiştirme cesaretini gereksiyor. Umut etmek yerine, hakikatle yüzleşmek, onu düşünce, sanat ve dayanışmayla görünür kılmak, aynı kaderi paylaştığımız toplumların gerçekçi bağımsızlığı için daha ideal bir yol olarak görünüyor.
Bizi yönetenlerin lanse ettiği umut olgusunu reddetmek, umutsuz ve pesimist bir dünya oluşturmayı değil; tam tersine, kavgayı, hukuku ve hakkı savunan bir toplum oluşturmayı önermektir. Hepimizin toplumun bir parçası olduğunu kabullenerek bu durumda gerçekleri haykırmak, halının altına süpürülen yaşamları göstermek ve gerçekçi bir değişimin öncüsü olmak, umuttan çok daha hakiki bir amaç.