sevgili sitare...
15 mart'tan itibaren pandemi nedeniyle hayat kısıtlı. haziranın başından beri de devletin uygulamaları zorunluluk değil, uyarılar bazında devam ediyor ve halkın kendisi tedbirli olmaya çağrılıyor. insanların bir otorite tarafından kontrol edilmediği sürece nasıl da ilgisiz ve kontrolsüz olduğunu apaçık gördük bu süreçte...
ben mi? bilirsin, ben zaten sevmem kalabalıkları ve evde olmak bana zül değildir. bu süreç benim için hiç de sıkıcı değildi o yüzden.
lakin itiraf etmeliyim, görüşmek istediğim insanlar yok değil, sayıları çok olmasa da görüşebiliyor olmayı isterdim..
bir de senden sonra gökyüzünü unutmuş olmalıyım, son zamanlarda yeniden göresim geliyor. gökyüzü yeniden anlamlı oluyor ya da yaşla ve kazanılan ya da değişen bakış açısıyla yeni bir anlam kazanıyor.
mavi beyaz bulutlar, açık ya da kapalı oluşu, gece ya da gündüzle beraber aydınlık ya da karanlık oluşu ve en önemlisi sonsuzluğu hatırlatması...
dosto'nun ölüler evi dediği hapishanedekilerin gökyüzünü görmek isteyecekleri aklıma geldi ve dosto iyi tanım yapmış doğrusu dedim. zira gökyüzünü görebilmek, yaşıyor olmanın göstergesi sanki.
bugün tam da bunun için çıkmak istedim, gökyüzünü görmek için... yeşili de daha bir sever arar oldum son zamanlarda... yeşilin arasında seyretmeliyim dedim gökyüzünü...
ama apartmanlar arasında seyredebiliyoruz maalesef artık.. ne kısır ve ne hazin..
yine de çıktım hemen yandaki parka. hiç de yalnız değildim ne yazık ki. istendik olmayan insanlar dışında isteyerek yanıma aldığım birlikteliklerim de oldu ama...
heidegger ile hannah arendt arasındaki mektuplar...
elli yıl mektuplaşmışlar biliyor musun? bir aşk olarak başlamış ilişkileri, sonra bir dostluğa dönüşmüş.
daha başlarındayım kitabın ama anlaşılma üzerine başlamış ve kutsanmış gibi geldi bu muhabbet ve seni hatırlattı bana. belki dedim ben de mektup yazmalıyım.
şimdi tam da bu yüzden buradayım. hem bizim hikayemiz de eskiden ve anlaşılmak üzerine kurulmuş değil mi?
özlemle...