Bir gün doğumuna daha katlanamaz gibi hissetti bu sabah Cevdet. Uyandığında ağzında tarif edemediği birkaç günlük sigara kokusu midesini bulandırmıştı. Beyaz kareleri olan, mavi ve soğuk hapishane odalarındaki yatakların üzerine örtülmüş nevresimlere benzer bir örtü ayaklarına dolanmasına rağmen yine de yataktan kalkmayı başardı. Güzel bir evi vardı aslında, dış kapı salona açılıyordu ve hemen karşısında iki küçük oda, salonun solunda uzunca bir hol mutfağa gidiyordu. Kalkar kalmaz bir hışımla mutfağa koşup çaydanlığa su koydu ve yüzüne su çarpmak için banyoya doğru yöneldi. Cevdet, evvelsi akşam biraz fazla kaçırmıştı. Üniversiteden arkadaşları Fikret ve Semih'in İstanbul'a geldiğini öğrendiğinde buluşup bir şeyler içmeye karar vermişlerdi. O akşam olmuştu işte ne olduysa, bütün o sancılar bütün pişmanlıklar ve hayata dair sorgulamaların başladığını o akşam fark edecekti Cevdet...


Cibali'de buluştular, Asım'ın Yeri'nde. Asım'ın Yeri; ufak, ahşap masaların olduğu, asma lambalarıyla ve sürekli sanat müziğinin çaldığı güzel bir meyhaneydi. Asım' a da babasından kalmıştı bu meyhane, yıllardır müşterileri hiç değişmemiş yaşça biraz büyük insanların geldiği bir yerdi.


Saat tam 8'de oturdular kaldırım tarafında güzel bir masaya. Fikret, Cevdet'e dönerek:

"Vay be arkadaşım, kaç sene oldu hatırlıyor musun mezun olalı?" diyerek sessizliği bozdu. Cevdet, karşısındaki apartmanın mimarisini inceliyordu ve bu yüzden biraz irkilerek;

"Kusura bakma, dalmışım; şu binaları önceden ne titizlikle ne incelikle yapıyorlarmış artık o eski ince ruh kalmadı, bunu insanlardan önce binalara bakarak bile anlıyor insan." dedi ve "Epey oldu be Fikret, 7-8 sene var mıdır?" diye ekledi. Semih, o sırada rakıları getirmesi için Asım abiye el kaldırırken Cevdet ve Fikret'e; "Ama hiç yaşlanmamışız değil mi? Hâlâ o 20 yaşında aklına geleni düşünmeden yapan adamlarız." dedi.


Birkaç saat eskilerden konuştular, bardaklar doldu boşaldı. Her Kamuran Akkor çaldığında masayı dört dakikalığına bir hüzün kaplıyordu. Cevdet, yıllardır içinde biriktirdiği bütün hüzünlerini kusacak gibi oldu. Annesinin küçükken terk ettiği Cevdet, devlet yurdunda büyümüştü; babası yurt dışında arayıp sormayan, aydan aya üç beş kuruş para gönderen bir adamdı. Amcası Mehmet epey ilgilenmişti onunla, en azından üniversiteyi bitirene kadar yardımcı olmuştu. Bu sevgisizliğin içinde kendisine bir orman yaratan Cevdet envaiçeşit mutlulukların peşinde koşmuştu yıllarca ta ki bir kadına âşık olana kadar...


O akşam o kadın geldi aklına, durgunlaştı ve daha önce hiç kimseye konusunu dahi açmayan adam bir kıvılcım bekliyordu avazı çıktığı kadar bağırmak, söyleyemediklerini söylemek için. Nihayet Semih;


"Cevdet, sen bir sustun. Tanırım seni, sen sustuğun zaman bir yerlerde yangın vardır muhakkak, anlat bakalım." dedi meraklı bakışlarla. Bu üç arkadaşın erken gençlik çağlarında yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi, çok tanırlardı ve çok severlerdi birbirlerini fakat hayat hepsini farklı yerlere sürüklemişti ne yazık. Cevdet, "Anlatayım anlatmasına da sizin bu anlattıklarımı kaldıracak gücünüz var mı, bilemiyorum. Benim üzerime demirden duvar ördüler." dedi. Meraklı gözlerle bakan Fikret; "Hadi bırak edebiyatı anlat bakalım neymiş" diye şaka ile karışık lakayt bir tavırla cevap verdi. Cevdet, "İyi peki anlatayım, dinleyin." dedi.


Cevdet'in anlatacakları şeyler sıradan alelade şeyler değildi, sıradan bir aşk hikâyesi hiç değil. Cevdet oldukça yakışıklı, kahverengi gözlü, güzel giyinen bir adamdı. Kendisiyle barışık olması, etrafındaki insanlardan çok fazla sempati toplamasının asıl nedeniydi. Bu kendiyle barışıklık hali, kimi zaman yüksek ego olarak algılanmış fakat bunu da mizahi bir yolla kabul edip tiye almıştır. Asıl içinde kopan fırtınalardan kimsenin haberi yok; o fırtınaları dindireceği, dinmesi için bekleyeceği bir liman yoktu... Süheyla vardı ama...


"Bir kadın sevdim, Süheyla. İçimi öyle güzel duygular kapladı ki anlatamam size. Yıllardır ben onu arıyormuşum hissini bilir misiniz? Ben böyle sevmedim ömrümde. Çok zorluk vardı önümüzde ama umurumuzda değildi asla. Benim bu kendimi bildim bileli isteksiz ve umutsuz tavrımı bilirsiniz, hiçbir şeyin doğru gitmediği hayatımı da bir çok kez dinlediniz ve şahit oldunuz. Gerçek olan şeylerin peşinden koşmak istediğimi ve her zaman suni çiçeklerin üzerini sularken kendimi bulduğumu da bilirsiniz. Her sabah pencereye çıkaracak, yapraklarını tek tek ıslatacak, onunla konuşacak bir çiçek bulduğumu söylesem peki vereceğim tepkileri tahmin edebilir misiniz?"


Fikret hafif bir tebessümle;


"Afalladın değil mi, bilemedin, anlayamadın?" dedi.


Cevdet, "Hem de ne afallamak! Bir an artık bunun direkt olarak bana yapılmış bir intikam teorisi olduğunu sanmıştım; çok mutlu et, birden çekil, yıkılsın! Bu anlamsız koşuşturmamın sonuçlarını, yüzüme tokat gibi vuran hissiz tavırlar alarak gördüm. O, saçlarını koklayarak sevdiğim kadının artık bana o gözle bakmadığını hissettiğim an bir öfkenin hiç tatmadığım o derin duyguların esiri olduğumu fark ettim. Suçlu kim miydi? Suçlu bendim. Suçlu oydu. Ne fark eder? İnsan, hayatı boyunca aradığı şeyi kaybetmek ister mi?" dedi ve öyle bir sustu ki şehrin ışıkları söndü.


Cevdet bir kadın sevdi, bir kadın da Cevdet'i sevdi. Ama, ama, amalar hiç bitmedi hiç bitmezdi. Sabaha kadar anlattı, anlattı. Bazen kusmak gerekir, bazen parmağını boğazına kadar sokman gerekir. Sabahlar hiç gelmez, sabahlar gelsin istenmez. Cevdet kimseyle buluşmadı, Fikret ve Semih diye biri hiç olmadı. Süheyla, Süheyla herkesti. Bütün sevmeye yeltenen kadınlardı. Cevdet o sabah uyandığında hâlâ âşık uyandı. Süheyla hâlâ âşık uyandı.


O soğuk hapishane odası nevresimlerin yerini çiçekli örtülerin aldığı günlerin gelmesi için ne Fikret'e ne Semih'e ne de Asım abinin meyhanesine gerek vardı.