Küçükken karanlıktan korkar mıydınız? Bu korkumuzun temelinde, karanlığın içinde ne olduğunu bilemiyor oluşumuz vardır. Bilinmezlik, korkunun özüdür. İnsan bilmediği şeyden korkar. Müthiş bir hayalgücüne sahip, kendi janrını yaratmış tuhaf kurgu türünde eserler veren, kozmik korkunun babası H.P.Lovecraft’ın şu meşhur sözü gelir akla: “İnsanın en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü korku ise bilinmeyenin korkusudur”. Çocuk, kendisine karanlığın tehlikesi hakkında hiçbir şey öğretilmemiş olsa bile karanlıktan korkar. Bu korku insanoğlunu hayatta tutmuş olan içgüdüsel bir davranıştan ileri gelmektedir. En büyük avantajımız olan görme yetimizi kısmen kaybettiğimiz yer olan karanlığın içinde bir çukura düşmek ya da vahşi bir hayvana av olmak daha kolaydır. Çünkü göremediğimiz bir şeye karşı reaksiyon gösteremeyiz. Bu belirsizlikten dolayı atalarımız etraf karardığında mağaralarına çekilmiş ya da kendine, etrafı aydınlatacak ışık kaynakları yaratmıştır.
İşte 2022 yapımı Skinamarik, çocukluktan kalma tabiri caizse bu nostaljik korkuyu hortlatan, tanıdık ama bir o kadar da primitif bir dehşet duygusunu bize hatırlatan -şimdilik- eşsiz bir film. Eşsizliği bu duyguyu çok başarılı bir şekilde su yüzüne çıkarması ve benzersiz bir tarzla çekilmiş olması. İzlerken üç ya da dört yaşınızda, kendinizi bilmeye henüz yeni başladığınız zamanlarda, gecenin bir yarısı uyandığınız o çocukluk evinizi hatırlıyorsunuz. Güneş gökyüzünde salınırken koruyucu duvarlarının içinde tehlikeden nispeten uzak kalabildiğiniz bu sıcak yuvanız, karanlıkta başka bir yere dönüşmüş, adeta yabancı ve tehditkâr bir varlık olmuştur. Etrafınıza bakarak bu yabancılığa bir anlam vermeye çalışır, neden korktuğunuzu tam olarak anlamasanız da, onun pençesinde güvendiğiniz simaları, yani ailenizi bulmaya çalışırsınız. Filmin uyandırdığı hislerden belki de en önemlisi bu: Karanlıkta terkedilmiş bir şekilde uyandığınız, hayatınızın başlarındaki o ücra geceyi anımsatması. Çaresizlik, yalnızlık ve dehşet duygusunun kıyıya vuran dalgaların kumsala kendini hatırlatması gibi yeniden içinizde tanımlayamadığımız ama iliklerinizde hissettiğimiz bu tuhaf korkuyu uyandırması gibi.
Filmin oldukça kutuplaştırıcı bir etkiye sahip olduğunu itiraf etmeliyim. Belki de gördüğüm en zıt yorumları üreten bir yapıt. Fakat bu zıt yorumların çıkış kaynağını anlatmadan yorumların kendisinden bahsetmek, yarım bir iş olur. Filmin yapılandırılması ve çekim tekniği bilhassa 2010’ların sonu 2020’lerin başında YouTube ve muhtelif diğer sosyal medya platformlarında popüler olan ‘analog korku’ tarzını andırıyor. Nedir bu ‘analog korku’? 80li ve 90lı yıllarda hayatımızda olan tüplü televizyonlardan izlediğimiz video kasetlerin görüntü kalitesine sahip, dijital herhangi bir unsur barındırmayan ve korku içeriğine sahip her şey. Bu türün en meşhur ve en etkileyici örneklerinden biri, Z kuşağı mensuplarından genç yetenek Alex Kister’ın Mandela Catalogue serisidir. Bu seriyi YouTube’dan izleyip, ne kadar kısıtlı -hatta yok hükmünde- bir bütçe ve imkânlarla ne denli başarılı bir korku yapıtı ortaya konabileceğine şahit olabilirsiniz. Skinamarink’e de aynı türden olmakla birlikte, Blair Cadısı ve Paranormal Aktivite filmlerinden sonra bu kanaldan kendi hikayesini bulan, cüzi bir bütçeyle inanılmaz bir gişe yakalayan üçüncü ‘mucize’ diyebiliriz. Bu üç filmin de en büyük başarısı kısıtlı imkanlarıyla korku anlamında benzersiz bir deneyim sunması. Ancak Skinamarink’i diğerlerinden ayıran, izleyicilerini ortadan ikiye bölen en önemli unsuru, diğer iki ağabeyine göre daha ‘izlenemez’ olması. Bunun ne anlama geldiğini şöyle açıklayayım: Filmin çok ama çok büyük bir kısmında, yer hizasına konuşlandırılmış analog bir kameradan evin duvarlarını ve tavanını izliyorsunuz. Filme eşlik eden sesler ya ambiyans sesleri ya da filmin baş karakterlerinin televizyondan izlediği 30’lardan kalma ve artık telif hakkı kamuya geçmiş eski çizgi filmlerin ses ve müzikleri. Diyalog ise toplam on cümleden fazla değil ve çoğu fısıltı halinde. Filmin geleneksel bir biçimde çekilmemesi, daha doğrusu genetiğinden kaynaklı, çekilememesinden dolayı bir çok izleyici bunu bir vakit kaybı olarak görüp yarıda bırakabilir: Bu filmi önerdiğim arkadaşımın da yaptığı şey buydu. İlk yarım saati aşabilmek için gerçekten filmin dalgaboyuyla beyninizinkinin eşleşmesi gerekiyor. Bu da filmi bitirip de beğenen insanların başına gelen şey. Çünkü sonuna kadar dayanıp da ‘Ne izledim ben?’ diyerek Skinamarink’i hayatında izlediği en boş ve anlamsız filmler kategorisine ilk sıralardan sokanlar da azımsanmayacak kadar fazla.
Bu filmin sanatsal bir korku filmi olduğu yorumlarını çokça okudum. Film bence de sanatsal, fakat sanatsallığı tahmin edildiği gibi sahne planlarından, kostüm ve dekordan gelmiyor. Görsel unsurları, sanatsal bir film niteliğinden bu kadar uzak olamazdı. Sanatsallığı, müphem hikayesinin yoruma açıklığından kaynaklanıyor. Filmin yönetmeni Kyle Edward Ball, hikayeyi özünde Hansel ve Gratel masalına benzetiyor. Kanada’da müstakil bir aile evinde geçen film, Kevin adında dört yaşında bir çocuğun, gecenin bir yarısında hayali arkadaşıyla saklambaç oynarken merdivenden düşerek yaralanmasıyla başlıyor. Evin babası, Kevin’ı apar topar hastaneye götürüyor, ama biz evden hiç ayrılmıyoruz. Ahali, hastaneden döndükten sonra baba, biriyle telefonda konuşup Kevin’ın sağlık durumu hakkında bilgi veriyor. Bir süre geçtikten sonra Kevin, altı yaşındaki ablası Kaylee’yle birlikte uyandığında babalarının gitmiş olduğunu fark ediyor. Defalarca seslenseler de babalarından bir cevap gelmiyor. İşin daha da kötüsü, evdeki kapı ve pencereler teker teker kayboluyor. Gün hiç ışımıyor. Evin bu tekinsiz karanlığında iki küçük kardeş, birbirilerine sokulup oturma odasındaki VHS’ye sevdikleri çizgi filmlerden derlenmiş kaseti takarak televizyondan yansıyan soğuk mavi ışığın altında evin giderek artan zulmedici atmosferinin tedirginliği içinde yarattıkları minik, savunmasız habitatta dayanmaya çalışıyorlar.
Bu hikayeyle başlayan filmin yoruma açık kısmı, iyi yazılmış her korku hikayesinde olduğu gibi, çoğu şeyi tüketiciye bırakması. Bunu bir filmde yapmak oldukça zordur. Bu yüzden filme Lynchvari bir korku denemesi diyebiliriz. David Lynch’in filmlerinde de rüyaya benzer bir meziyet vardır. Bu sürreallik sayesinde, Lynch’in yaptığı her filmden onlarca teori türemiştir. Bana kalırsa iyi bir ‘sanat’, sadece tek bir yanıta sahip olmayıp, sanatı idrak eden her bireyde farklı türden bir duygu uyandırıp, bu duygunun farklı bakış açılarıyla farklı yorumlanmasıyla her bedende tekrar tekrar can bulan, yeşeren ve yetişen bir yapıt özelliği taşımalıdır. Lynch’in filmlerinde korku öğelerine sıklıkla rastlarız, tıpkı kontrolden çıkan rüyalarımız gibi. Ancak Ball’un Skinamarink’i, baştan sona, detaylarını hatırlayamadığımız fakat bizi derinden etkileyen bir kâbusa benziyor. Gerçekten de 90 dakikanın sonunda, film bittiğinde, izlediğiniz çoğu şeyi hatırlamayıp, sadece en vurucu birkaç sahnesinin bellekte iz bıraktığı bir kâbusa tanıklık etmiş oluyorsunuz. Bu kâbusun da yorumu tamamen izleyene kalmış durumda. Filmde yaşanılan olayların hakikaten doğaüstü bir güç tarafından gerçekleştirildiğinden, filmin aslında aile içi istismarın alegorisi olduğuna kadar çok geniş bir skalada yayılıyor bu tabirler. Bunların her biri çok değerli ve her birinin haklı olduğu yanlar var. Mesela ailede eksik olan anne figürünün, henüz evde olağandışı hiçbir şey olmamışken, kardeşler arasında bahsedilmeyen bir tabu olmasının bile çok farklı yorumlamaları bulunmakta. Kimi, evde yaşanılan bu dehşete düşüren olayların müsebbibi olan şeytani varlığın evin annesi tarafından eve davet ediliğini, bu yüzden babayla aralarının açılıp, annenin evden ayrılmak durumunda kaldığını, kimi yaşanılan her şeyin aile içi istismarın getirdiği travmayla başa çıkabilmek için bu iki küçük çocuğun geniş hayalgüçleriyle yarattığı bir kabus olduğunu, kimi de aslında filmde izlediğimiz olayların, filmin başında merdivenden düşen Kevin’ın komaya girmesiyle, yaşamla ölüm arasındaki araftayken kendini kapatmaya başlayan beyninin son hezeyanları olduğunu savunuyor. 15 bin dolarlık bir bütçeyle, böylesine yoruma açık bir sanat eseri ortaya koymak, herkesin harcı değildir. Her şey bir yana, bu baskıcı atmosferi yaratabilmek, içine girebilen izleyicilere çocukluk korkularını hatırlatıp onları mutsuz edebilmek, hatta birkaç gün etkisinden çıkaramamak, takdire şayan bir yetenek gerektirir.
Filmde duvarları ve tavanı yer hizasından izlemememizin nedeni, etrafa biri dört diğeri altı yaşındaki bu iki çocuğun perspektifinden bakıyor olmamız. Evin karanlık odalarına girerken fener kullanmalarının sebebi de bu: Evdeki ışık düğmelerine boyları yetmediğinden, tek ışık kaynakları ellerinin altında bulundurdukları el fenerleri. Kapılar ve pencereler yok olduktan sonra, evin sonsuz bir karanlığa gömülüşü, televizyonun meşum mavi ışıkları, görüntülere eşlik eden film greni ve beyaz gürültü, statik sesler, çocukların fısıldamaları, evin izbe köşelerinden gelen iblisin tuhaf ve tüyler ürperten konuşması, her şey, mükemmel bir biçimde birleşip, en kötü kabuslardan daha karanlık ve korkutucu bir deneyim sunuyor. Filmin kısıtlı bütçesinden kaynaklanan, televizyonda oynayan çizgi filmlerin artık kamu malı oluşu da, yönetmenin herhangi bir telif hakkına tabi esere ekstra para vermemesine olanak sağlamış. Kısıtlı imkanların yaratıcılığı şahlandırması kuralı bu filmde de geçerli durumda. Kullanılan her bir çizgi film, hikayeye bir şekilde hizmet ediyor. Özellikle Merrie Melodies’den -ki bu şirketin Looney Tunes çizgi filmleri 90lı yıllarda bizim televizyon kanallarında da bolca yayınlanmıştı- 1939 yapımı Prest-o Change-o isimli, Bugs Bunny’nin prototip halini ihtiva eden çizgi filmi eminim filmi izleyenlerde travmatik bir iz bırakacaktır. Ayrıca eve musallat olan şeytani varlığın asla görünmemesi, sadece sesinin duyulması da bir başka kısıtlı bütçe kaynaklı tercih, ancak bir korku filminde, korkunun kaynağını göstermemek dehşeti daha da tırmandıran, bizi hayalgücümüzle baş başa bırakan çok isabetli bir karardır. Pek çok korku öyküsünün çuvalladığı nokta da budur zaten: Korkuyu yaratan etmeni görünür kılarak, hayalgücümüzü bir kenara itmesi ve tüketicinin yarattığı şeytanı cismani bir surete büründürmesiyle korkunun azalması.
Süprizbozan olmaksızın ifade edebileceğim yegâne şeyler bunlar. Gerçekten bu kadar bilinçaltı korkularına çalışan, çocukluk dehşetlerini su yüzüne çıkaran, kocaman halimizle bile bizi maruz bıraktığı imgelemler ve zıplatan sahneleriyle muazzam bir iş çıkmış ortaya. Nedense filmi izlerken, tesir ettiği noktalar açısından, meşhur korku oyunu serisi Silent Hill’e benzettim bu yapıtı. Tüm duyulara saldıran, altında okültik bazı altmetinler barındıran, bilhassa hikayesinin ve sonunun yoruma açık olduğu bir başka eserdir o da. Bam teline dokunması, ağızda bıraktığı o paslı tat ve tekinsiz atmosferiyle iz bırakır. Skinamarink de, sanırım Blair Cadısı ve Paranormal Aktivite filmleri gibi gelecek yıllarda adından sıkça söz ettirecek, ancak bana göre onlardan çok daha başarılı ve dehşete düşürücü bir film. Genç yönetmen Kyle Edward Ball da, tıpkı Hereditary sonrası Ari Aster’ın gelecek işlerini büyük bir iştahla beklenmesi gibi, yeni projelerini dört gözle bekletecek. Filmin ilk yarım saatini aşıp, kendinizi onun karanlık kollarına teslim ettiğinizde, uzun süre hafızanızdan silinmeyecek böylesine bir deneyimi, bir daha ancak yaratıcısının ellerinden yaşayabiliriz.