Bir sabah kalktığımda yine karanlık ve çok sessizdi. Babam bile uyanmamıştı. Hep saat altıdan önce kalkardı ama bu sefer karanlığa o da yenilmişti herhalde. Neyse ki kedim son derece dürtüsel olarak belki yemek yerim umuduyla peşimden mutfağa gelmişti. Bir dilim ekmek kestim ve kızartma makinesinin içine attım. Kedim de mutfak kapısının önünde beklemeye koyuldu. Ekmek kızarırken o bana, ben de ona bakıyordum. Gözlerini zor açık tutuyordu. Gidip pekala uyumaya devam edebilirdi. Neden kalkmıştı ki? Ben neden kalktığımı biliyordum. Zorundaydım çünkü. Gün ışımadan işe gitmem gerekliydi. Onun için böyle bir durum da yoktu. Hem dışarısı soğuktu da bayağı. Buna rağmen imreniyordum her sabah kedime. Yemek yiyip dışarı çıkabilmek için gözümün içine bakıyordu. Yeşil gözleri arada bir uykusuna yenik düşüp kapanır gibi oluyordu. Sabahın ve karanlığın doğurduğu sessizliği ekmek kızartma makinesinin patavatsız sesi kırdı. Üstüne krem peynir sürerken paçalarıma sürtünerek keyfimi biraz yerine getiren kedim, kendini ve isteklerini tekrar hatırlatmıştı. Babam yeterince şımartıyordu zaten. Hem birazdan babam da uyanırdı. O yüzden çok yüz vermedim. Kahvaltı niyetine yediğim peksimet bitti, kedim benden umup bulamadığını babamdan bulabilmek için sandalyenin üstüne kıvrıldı ve kendini beklemeye aldı.

Güneş inadını sürdürmeye devam ediyordu. Ama yine de o karanlığın verdiği sessizliği sabahları seviyordum. Zira ne yemeye ne duymaya ne de görmeye iştahım oluyordu o saatte. Sahi ben ne yapıyordum o saatte ayakta? Neyse. Çalıştığım yere gittiğimde ise saat sekize çeyrek vardı. Genelde bu saatlerde varıyorduk. O sessizlik serviste de fabrikanın genelinde de 1-2 saat daha sürüyordu. Bazıları kahvaltısını yanında getiriyordu ve orada bir çay ya da kahve eşliğinde yiyordu. Kalorifer de yanmadığı için mantıklıydı aslında. Bazı günler ben de öyle yapıyordum. Son 6 ayımda her gün bir iki dilim börek ve birkaç üçgen peyniri bir buzdolabı poşetine koyup, işe getirip masamda yiyordum. Böylece uyku süremi 10 dakika kadar uzatabiliyordum sabahları. Ofis soğuktu, karanlıktı ve sessizdi. Evden farkı, soğuk olmasıydı. Bir de üstüne işler de kesattı. Kedim o saatlerde dışarıdaydı muhtemelen. O soğukta üstelik. Sonra kendi yansımama baktım bilgisayarımın ekranından. Ben de dışarıdaydım o soğukta. Gerçi ben içerideydim ama soğuk aynı soğuktu.

O işi bıraktım, başka bir iş buldum. Kaloriferler yine yanmıyordu. Yemekhanede öğle yemeği yerken soğuktan sol elimi cebime sokuyordum. Benim kaderim bu herhalde diye düşündüm. Maaşlarımız gecikmişti. Benzin almam gerekiyordu işe gidebilmek için. Ev alışverişi zamanı yaklaşıyordu. Evden çıkarken posta kutumun içindeki su faturamı hatırladım. Bütün bunlardan bahsederken dedim ki: "Ne lan bu böyle, Sovyetler Birliği mi?" Sonra beraber yemek yediğim iş arkadaşım bu yazıyı yazmama sebep olacak o cümleyi söyledi. "Savaş yok belki ama soğuk olduğu kesin."

"Savaş da var aslında," dedim. Standardı olması gerekene çekmeye çalışmak için verdiğim savaşın yorgunluğu biraz kendini belli etmişti o anda. "Minimumu kovalamak," dedim, "herhangi bir insanın hayat gailesi olmamalı." Bir süre bakıp düşündük. Kedimin sabahları ne yaptığımı çözmeye çalıştığında baktığı gibi baktık birbirimize. Ben alt dudağımı hafif öne çıkarıp onaylayıcı bir şekilde kafamı salladım, o da boynunu hafif sağa yatırıp bana katılan bir havayla kafasını salladı. Sonra da ılıkla sıcak arası şehriye çorbalarımızı bitirip hafif rengi gitmiş iri taneli bulgur pilavlarımızı yemeye koyulduk.