~İnsan, sözcükler olmadan düşünebilir mi?

•Pek tabi ki düşünebilir çünkü dil gelişiminden önce düşünce vardı.

~Yani bana, düşünebilen insanın sözcüklere ihtiyacı yoktur mu diyorsun?

•Evet, aslında bu iki terim birbirinden bağımsız tanımlanabilir. Düşünmek için bir insanın sözcüklere ihtiyacı olmayabilir ama sözcüklere ihtiyaç duymuş bir insan bir şeyleri düşünmüş olur.

~Sözcük yaratımı için düşünce olması gerektiğini ama düşüncenin yaratımı için sözcüklere gerek olmadığını mı diyorsun?

•Kesinlikle.

~Peki, bir şeyi düşündüğümüz zaman anlam bulur muyuz?

•Her zaman değil.

~Anlam aradığımız zaman düşünmüş olur muyuz?

•Evet.

~O zaman anlam bir düşünce yansımasıdır. Ama her düşünce bir anlam yansıması değildir. Bir de duruma şöyle bakalım, sözcükler ve düşünceden bahsetmiştik. Sözcüklerden oluşan bir metnin düşünceyle yaratıldığında anlaşmıştık.

•Evet.

~Peki, bir metni okumak bize anlam verebilir mi?

•Her zaman değil.

~Peki, o metni anlamış olur muyuz?

•Bazen.

~Neden?

•Anlamdan önce düşündüğümüz için mi?

~Evet, düşünerek anlam yaratmaya çalışıyoruz. Düşünmek için sözcüklere ihtiyacımız yoktur ama anlam için düşünmeye ihtiyacımız vardır. Düşünceyi de anlatmak için sözcükler gerekli. Oysa biz hep tersini yaparız. Sözcükleri düşünmeden çoğu zaman da özensiz bir biçimde kullanırız. Öyleyse söyler misin, eğer sözcükler olmasaydı, anlamlandırdığın düşünceleri nasıl ifade ederdin? Anlamı neyden yaratırdın?

•İşaretlerle, duygu biçimleriyle veya edebi sanat olmayan sanatlarla ifade ederdim sanırım.

~Bu dediklerin olabilir. Yine de şunu öğrenmek istiyorum. Düşüncenin altında yatan anlam, öznel yoruma açık. Bunu öznel olmadan, herkesin anlayacağı biçimde nasıl ifade ederdik?

•Anlam aynı zamanda özneldir evet. Kişinin evreni algılamasına göre değişir. Yani düşünme biçimine göre değişir. Belki de anlamı hiçbir polemik yaratmadan sözcüklerle ifade edebiliriz. 

~Demek ki sözcükler anlamın yansıması. Düşüncenin yansıması nasıl anlam oluyorsa, düşünce ve anlamın yansıması da sözcükler oluyor. Yine de şöyle bir problem var. Yazılı bir metin çoğu zaman okuyucu tarafından farklı anlamda yorumlanabilir. Özellikle de edebi metinler. 

•Kesinlikle çünkü anlam düşünmenin ürünü. Düşünmek de anlamak da öznel demiştik. Peki nedir sözcükleri nesnel kılan?

~Hayal etmeni istiyorum. Bir sabah uyanmışsın ve düşünce yetini kaybetmişsin. Ne yapardın?

•Neler olduğunu anlamaya çalışırdım.

~Bir sabah uyanmışsın ve anlam yetini kaybetmişsin. Ne yapardın?

•Neler olduğunu düşünmeye çalışırdım.

~O zaman şimdi kapat gözlerini. Bize, düşünce ve anlam yetisini yitirmiş bir toplumun nasıl perperişan bir hayat yaşadığını anlat. Çünkü gözümüzün önünde gördüklerimiz bizi artık değiştirmiyor. Kaybettiğimiz anlam ve düşünceyi sözcüklerle inşa edelim. Belki o zaman insanın var olma nedenini yeniden tanımlayabiliriz.


•Doğdum. Derinden, tedirgin olmuş bir köpeğin sesini duyuyorum. Yanı başımda ise daha telaşlı sesler. Üşüyorum. Bir süre sonra avucumu, yanağımı ve sonra tüm vücudumu kaplayan bir sıcaklığı hissediyorum. Gözlerimi açınca hayatın bana ilk gösterdiği kişi, aylardır sesini duyduğum annem. Ağlıyor. Yaşamın karmaşıklığını, mutluluktan yapılmış gözyaşıyla ilk o an öğreniyorum. Aylar geçiyor, bir makine gibi çalışıyor bedenim ama bir duygu var ki sürekli değişken. Onu kimi zaman yoğun kimi zaman uzakta kimi zamansa yorgun bir hâl hissediyorum. Bu şey her neyse beni korkutuyor. Onsuz korkuyorum.

~Nedir seni korkutan söyleyebilir misin?

•Tanımlaması zor ama onun hakkında diyebilirim ki sıcak. Varlığını bilmek içimi ısıtıyor. Yokluğu ise yalnızlığı tanımlıyor bana.

•Doğdum. Derinden, tedirgin olmuş bir köpeğin sesini duyuyorum. Yanı başımda daha telaşlı sesler. Üşüyorum. Bir süre sonra avucumu, yanağımı ve sonra tüm vücudumu kaplayan sıcaklığı hissediyorum. Gözlerimi açınca son zamanlarda sürekli duyduğum o ses, ağlıyor. Yaşamın karmaşıklığını, mutluluktan yapılmış gözyaşıyla ilk o an öğreniyorum. 

~Doğrusunu söylemek gerekirse yaşam basittir. Onu karmaşık yapan insanın kendisi. Samimiyet tecrübe ettiğin. Bir annenin çocuğuna hissettirdiği karşılıksız, içten, çıkarsız duygu. 

•Evet, samimiyet. Bu etkileşimin benzer deneyimleriyle aylar geçiyor, bir makine gibi çalışıyor bedenim ama bir duygu var ki sürekli değişken. Onu kimi zaman yoğun kimi zaman uzakta kimi zamansa yorulmuş gibi hissediyorum. Bu şey her neyse beni korkutuyor. Onsuz korkuyorum.

~Nedir seni korkutan? Bana onun hakkında daha neler söyleyebilirsin.

•Tanımlaması zor ama diyebilirim ki sıcak. Varlığını bilmek içimi ısıtıyor. Yokluğuyla ise yalnızlığın beraberinde getirdiği korkuyu hissediyorum.

~Merakımı bağışla lütfen. Yine de bu şey hakkında fikir yürütmekle belki sana yardım etmiş olurum. Bir bebeğin korku hissetmesi normal ama sıcaklıktan neyi kastettiğini anlamak istiyorum. Sıcaklık somut mu, yani teninin senden daha yüksek bir ısıya değmesi mi, yoksa vücudunu dolaylı mı etkiliyor? Neler hissettiğini biraz daha anlatır mısın? Belki o zaman önümüze bilmekle ışıldayan bir yol yapabiliriz. 

•Bu bir ateş sıcaklığı değil. Doğduğumdan bu yana gözler üzerimde. Çevrem, zihnimi uyaranlarla dolduruyor. Hayır; ateş, açlık, yalnızlık değil bu korkuya neden olan. Bu daha çok yoksunlukla ilgili.

~Evet, şimdi seni anlamaya başladım. Sanırım duygusal bir bağ bahsettiğin. Bu bağ zamanla güçlenen ve zayıflayan bir canlılık içinde. Canlı bir bağ bu evet eminim. Karnını doyurmak gibi değil ruhu doyurmak gibi.

•Evet, canlı. Her gün biraz daha güçlü hissediyorum onu. Benimle, yüzümü güldüren oyunlar oynandığı zamanda, naif seslerle konuşulduğunda ya da yumuşak dokunuşlara maruz kalınca onu yenilenmiş gibi ama daha güçlü bir biçimle benliğime biriktiğini hissediyorum. Korkum ve yoksunluğum işte tam da bunları yaşamadığım zamanlar alevleniyor.

~İnsan, algısının da dışında birçok gizlerle doludur. Canlı sistemler bu gizleri bulur ve bazen o gizler şekillendirir yaşantımızı. Şuan için tanımlayamadığın giz her ne ise büyümek istiyor. Tıpkı o küçücük bedenin yemeğe açlığı gibi. O senle, kendini var etmenin peşinde. Bunun, bağlanmayla etkilenimi olduğu ama bağlanmadan daha üstün bir duygu olduğu açık. Sana şöyle bir soru sormak istiyorum. Korku olmasaydı ne olurdu?

•Neden korkar bir canlı? Hatırlıyorum, bana uzun günler süt verildi. Meme emmek bağımlılığım olmuştu. Bir gün aynı memeden acı tat aldım. Sonra yine ve yine bu acı tat tekrar etti ve ben memeyi gördüğümde artık daha temkinli yaklaştım. Memeye güvenmez olmuştum. Sonra ondan korkar oldum, uzak durmak istedim. Sanırım korku olmasaydı evet kesinlikle güven olurdu. Güven, bizi korkudan uzaklaştıran bir duygu. Ne olacağını bilmemek veya daha önce olmuş olanın acısı diyebilirim bizi korkutan.

~Evet, yaşamak diyoruz biz buna. Toplum bize korku ile yaşamayı öğretiyor ilkin. Peki, tekrar soruyorum, seni korkutan ve yoksunluk hissettiren şey ne olabilir? Korku sadece güvensizliklem oluşan bir sonuç değil, olaylar çerçevesinde gelişen bir olgu aynı zamanda değil mi?

•Haklısın, bu yaşadığım ‘acı’ deneyim bir örnek olabilir sadece korku hissetmeme. Hatırlıyorsundur sana duyduğum seslerin tonlamaları korkumu tetikliyor demiştim. Bu etkilere yenileri eklendi. Artık bunları hem görebiliyor hem de işitilebiliyorum.

~Nasıl? Neler görüyorsun bilmek isterim, anlatır mısın?

•Sözcükleri yeni yeni telaffuz etmeye başladığım ama zihnimin içindeyse birçok sözcüğün uyanmayı beklediği zamanlarda en sık duyduğum ses “seni seviyorum” diyordu. Bir gün yine onu duyar gibi oldum. Oyun oynamayı bırakıp sese kulak verdim. Hayır, duyduğum ses, “seni sevmiyorum” derken, ardına anlayamadığım ama anlamını korkuyla bağdaştırdığım tonlamalarla konuşuyordu. Onu tanışmıştım. Korkuyu çağrıştırıyordu bana.

~Nedir gerçekte seni korkutan ve yoksunluk hissi veren? Düşün lütfen.

•Sanırım insanlar ona sevgi diyor. Başka bir şey gelmiyor aklıma. Onun, engellenemez bir bütünlüğü var içimde hissedebiliyorum. Yani, Sevgi=Yaşam gibi algılansa da yine de bir şeyler eksik. Evet, bu beni korkutuyor. Bu korku, hayal kırıklıklarıyla dolu, hissedebiliyorum. Sevgi=Ölüm gibi algılıyor her zerrem. Duyduğum sözcükler eğer duygu ve anlamın karşılığı ise eğer Sevgi=Sahip gibi algılanıyor. Yaşam, ölüm ve sahip sözcükleri ‘sevgi’ adı altında duygu ve anlam bozulması yaşıyor. Doğduğumda hissettiğim o saf duygunun yerini yeni anlamlar alıyor evet kişisel duyguların bahanesiyle gelen yeni anlamlar. Bilemiyorum bu bozulma belki de yaşamın ta kendisi.

~Ölmek mi korkutuyor seni?

•Hayır, ölmek değil yaşamak korkutuyor beni.

•Hayatın gitgide bir kurallar hiyerarşisi olduğunu anlamaya başladım. Heyecanlar yaşadığım o ilk özgürlüklerimi özlüyorum.

~Bu durum üzüyor mu seni?

•Evet üzüyor ama üzüntüden çok, dediğim gibi korkuyorum sanırım. 

~Korkularının üzerinde durmaya ne dersin? Bu durumun hakkında bana başka neler söyleyebilirsin?

•Büyüyorum ve büyümek bu duygumu tetikliyor sanki. Büyütmekten kastım aslında düşünmek. Düşünme sistemim geliştikçe davranışlarıma biçtiğim değerlerin bir sınırı oluyor. Bu neden böyle oluyor inan ki bilmiyorum.

~Bu sınırın adına toplum diyoruz. İçindeki ilkel toplum büyüdükçe modern topluma geçiyor. Bu geçiş süresi bir ömür boyu da devam edebilir ya da bir yerde artık durabilir. 

•Ama dediğin gibiyse eğer bu çok ürkütücü. İlkel toplumdayken daha iyi hissettiğim zamanlarım vardı. Hatta daha mutluydum!

~Mutluluk aslında ilkel ve modern toplum olmakla alakalı değil daha çok yaşam ve düşünce biçimiyle alakalı. 

•Neden ki? Bu modern toplum içinde büyüdükçe benden beklentiler artmaya başladı. Üzerimdeki bu yük, bu mutsuzluk ve korku modern toplumun eseri değil mi?

~Bir bakıma öyle evet. Örneğin, modern toplumda okul hayatının görevi bizi hem sosyal hem de zihin olarak hayata hazırlamak içindir. İlkel toplumda ise hayat okulun kendisidir. Başarı ve başarısızlık bir ayrışmanın değil saygının temsilidir. Mutluluk veya mutsuzluk orada güçle özdeştir. Öğreti ve eğitim, atadan yeni nesile aktarılan birikimdir. Doğanın içinde yaşanılan tecrübelerle de bu eğitim pekişerek gelişir. Orada, mutluluk diye bir kavram aranılan, peşinden koşulan bir olgu değildir. Modern toplumda ise yolunu çoğu zaman yönlendirmelerle bulursun. İçgüdülerin zayıflamıştır. Doğayı, kendini, düşünceyi(sanatı, bilimi) buldukça da toplumun bir yerinden hayata tutunarak kabul görürsün. Yani ilkel topluma göre mutluluk, modern toplumda yaratılan bir kavrama, ihtiyaca dönüşür.

•Bana, doğamıza karşı bir yaşam biçimini mi yaşıyoruz artık diyorsun?

~Maalesef… Modern toplum kendi ihtiyaçları için seni kullanır. Sana, sınırları olan, ne yapman gerektiğini söyleyen veya sana iş sağlayarak emirler veren bir hayat çizer, yani biçimlendirilmiş olursun. Bazen olmadığın şeye dönüşebilir ve bu tanımadığın şeyler yüzünden korku ve endişe duyabilirsin. Mutsuzluğun temelleri böyle böyle atılmaya başlar.

•Anlıyorum sanırım. Peki, bundan nasıl kurtulunur. Sonuçta neden mutsuz olmak, korku içinde yaşamak isteyelim ki. 

~Evet, işte bu noktada artık istemediğin için düşünmeye, sorgulamaya başlıyorsun. Belki de modern toplumun panzehiri düşünce ve akıl oluyor. Düşünmek özgürlüktür çünkü. Sınırlarını olmayan ama insani sınırlarını da belirlediğin güçlü bir silah.

•Bu güce sahipsek peki, neden yıllarca bir asker düzeninde saf tutup emirler dinleyip, görevler üstleniyoruz?

~Sonuçta saf tutan da emir alan da sensin. Yani bir iraden ve seçme hakkın var. Ne kadar mutsuzluk ve ne kadar korku içinde yaşayacağını bir bakıma sen seçiyorsun.

•Ama öyle olmuyor. İrade ve seçim yapma haklarımı bir statü belirliyor. Bu kurulmuş asker düzeni içinde bir bağ değil bağımlılık var. Ondan kopmak demek sınırlarını keşfetmek değil adeta yargılanmak, cezalandırmak, ötekileşmek demek. Bunu şu anda bile hissedebiliyorum. Arkadaşlarımın davranışları ve benim onlara özenip benzeme arzum. Hayır, bu seçme hakkından daha derin bir mesele gibi duruyor. Üstelik ileride bu seçme hakkımızla yaptıklarımızdan dolayı suçlanıp ceza alabiliriz!

~Evet, pek olası çünkü modern toplumun yasaları kendini korumak üzerine kuruludur. Çocukken bu seçme hakkını zorbalık ederek elde ederiz. Büyüdükçe ise artık ‘suç’ ile cezalandırılma korkusu seçimlerimizi sorgulamamızı sağlar. Yine de bu farkındalık suç oranı düşük bir toplum oluşturamayabilir.

•O zaman, biz nasıl korku içinde yaşamadan, özgür, mutlu, suçları azalmış bir iradenin toplumuna sahip olacağız?

~Korkuyla değil sevgiyle yönetildiğimiz zaman belki. Korkunun nedeni bana sevgisizlik ve güvensizlik demiştin değil mi?

•Evet.

~Yine de tam olarak değil. Korku, canlının hayatta kalması için bir içgüdü. Sevgiyle büyümüş ve kendi hayatını idam etmekten başka hiçbir şeyi olmayan insan da mutlu olabilir veya korku duyabilir hayattan. Bunun statü ile ilgisi yok. Sınırlar ile ilgisi var. Suçu bir tarafa bırakalım çünkü onun içerik olarak alanı çok geniş. Burada şunu diyebiliriz; insan, haklıyken de toplumun anayasa kuralı içinde suç sayılan davranışlarda bulunabilir. Belki de insanın sınırlarını bilmesi gerektiği yer özgürlüğüdür.

•Nasıl yani anlayamadım? Özgürlüğün olduğu yerde sınır olur mu hiç?

~Bazı kavramlara açıklık getirmemiz lazım. Şöyle örnek vereyim. Okulda sınıftasın ve bir konuya dair fikirlerini özgürce söyleyebiliyor hatta eleştirilerde yapabiliyorsun değil mi?

•Evet.

~Ama bunu yaparken kendine haddini aşmayan bir sınır çiziyorsun. Eleştirel söylemlerinin ölçüsünü karşındakini düşünerek yapıyorsun. Ya da aynı sınıfın içinde herkesin bilgiye ulaşmasını tehdit edecek davranışlar sergilemeden kendine bir sınır çiziyorsun. Kısacası başkalarının özgürlüğünü tehdit etmemek uğruna kendimize sınırlar koyarız. Özgürlüğün sağlam temelleri her şeyi yapmamak üzere atılır. 

•Yine söylüyorum, bu dediğin özgürlüğe aykırı!

~Evet, ilk bakışta öyle görülebilir. Şöyle anlatmaya çalışayım. Mutluluğun yerini hazlar alırsa eğer bununla birlikte bilinç dışı güdülerin ortaya çıkmasına neden oluruz. Gerçekleştirilen eylemlerin sonuçları da totaliter kişiliklerin yaratılmasında zemin hazırlar. ‘Ben değerliyim’, ‘Ben bireyim’, ‘Ben özgürüm’ gibi söylemlerin kişide ortaya çıkardığı yücelim içeren tavrın benimsenmesine ve ilişkilerdeki kişilik totalitarizmin doğmasına neden olur. 

•Bu söylediklerini anlamak istiyorum. Aslında düşününce, çevremde çokça duyuyor ve görüyorum bu ‘Ben’ içeren söylem ve tavrı. Hatta bende son zamanlarda yaşıyorum bunu.

~Bu senin gelişiminin bir parçası. Belli döneminden sonra bunu kendinde eğitmen gerektiğini anlayacaksın. Özgürlüklerini eğitmezsen maalesef iyi hissetmek yerine hastalanmaya daha çok yatkın olursun. Sigmund Freud adında bir doktor var. Bize, Psişe modeli diye bir kavram oluşturdu. Bu kavramla, insan davranışını bir buzdağı gibi belirtti. Çağımızda artık bu kavramın işleyiş süreci çok belirgin. Tuhaf olan ise şemalaştırdığı buzdağının görünmeyen kısmının artık iyice görünür olduğu ve kişiliklerin de gitgide ‘mutluluk totalitarizmi’ yaşadığı. Toplumumuzda artık kişilerin bu tehlikeli dönemlerinin etkileri görülmeye başlandı. Nedir o etkiler diye sorarsan eğer en yıkıcı olarak şunları diyebilirim; cinayetlerin ve cinnet olaylarının, tecavüz ve tacizlerin, zihinsel ve fiziksel istismarcıların çoğalması…

•Anlayamıyorum, insan neden ve nasıl buna dönüşebilir? Ben de mi öyle olacağım?

~Endişe etmenle öyle olmamak için bir adım atmış oluyorsun. Çünkü düşünce, eylemin yasasıdır.

•Anlıyorum. Hayatımı bir otoritenin baskısı altında mahkûm gibi geçirmek istemiyorum. Toplumun belli kurallarına uymak, ahlâklı olmak, saygı duymak gibi davranışlar sergilemek istiyorum evet ancak bana “Bunu yap!”, “Böyle ol!”, “Şunu düşün!”, “Şuna inan!” “Bu kahramanları sev!” gibi dayatmaların hiyerarşisi içinde de körü körüne yaşamak istemiyorum. Sorgulamak, düşünmek ve toplumun hastalıklarına karşı kendimi korumak istesem de bu önlemi nasıl alacağımı hiç bilmiyorum.

~Saydığın dayatmalarla ilgili şunu bilmelisin. İnsan önce kendisinin kahramanı olmalı. Çünkü özgürlüğün yolu, kendi sınırlarını aşmanın becerisi buradan geçer. Bu meseleyi daha iyi anlaman için şöyle yapalım. Şimdi senden biraz daha büyümüş olduğunu hayal etmeni istiyorum. Artık bu gelişimine göre düşüncelerini bilmek istiyorum.

•Tamam.

~Bu zamana kadar deneyimler yaşadın; korku, endişe, sevgi ve kurallar üzerine. Bunları da yeniden ele almalıyız. 

•Neden? Onca konuştuklarımız boş bir çaba mıydı?

~Tabi ki hayır. Bunları yeniden ele alma nedenim toplum. Toplum bize öylesine görevler biçer ki farkında olmadan başkalarının isteği kadar inanır, düşünürüz ve yaşarız. Hatta çoğunlukla toplumu yönetenler sistematik olarak duygularımızı, özgürlüklerimizi ve değerleri korumakla görevli kahramanlar yaratır. Çoğu zaman da bizi onlarla yönetir. Kendimizi o savunucularla rahat, emin ellerde hissederiz.

•Yani bu bir sıkıntı gibi. Çünkü bizler kahramanlara güveniyoruz. Onların bizim yerimize savaşmalarını bekliyoruz. Böylelikle denetim altında mı tutuluyoruz..?

~Kesinlikle.

•Aslında bu üzerimizden alınan sorumluluk duygusudur. Çünkü artık inandığımız değerler için başkaları savaşır. Bu da bizleri dolaylı yoldan düşünsel bir mahkûmiyete sürükler. Şimdi daha iyi anlıyorum. 

~Doğamız gereği güçlü olmak, güçlü olanı yüceltmek, gücün önünde eğilmek, güçlünün yanında yer almak gibi güdülerimiz var. İtaat etmen veya totalitarizmin isteği bir gruba dahil olman için güdülerin psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalırız. Bir seçim yapmaya zorlanırken doğru olanın ya da yapılması gerekenin ne olduğuna dair fikir yürütürsün. Ancak seni aydınlığa çıkaracak pencerelerin kapatılmıştır. İşte bu pencereleri kırıp, duyuşsal kişiliğine girmek istedikçe özgürleşirsin. Psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalan, toplumun değerleri için savaşan kahramanlarla aslında sana bir mahkûmiyet yaratılır. Onlara uygulanan tüm davranışlar sende bir yansımasını bulur. Kahraman ölürse umudunu, kahraman yaralanırsa direncini, kahraman susarsa fikirlerini yitirmeye başlarsın. Kahramandan bağımsız ama onunla tek vücut olabilmeyi istemez totaliter sistem.

•Bu sistem ve bu şiddeti uygulayan kim? Devlet mi?

~Kimi zaman devlet, kimi zaman hükümet, kimi zaman da yerel yönetimler hatta kimi zaman ebeveynler ve en yakın arkadaşlardır.

•Bu suç değil mi?

~Suç, güç hastalığının elinde de gizlenir. Kullanılan bir meta haline getirilir ki bu da bizi korkuyla yola getirmenin bir parçasıdır. Mahkûmluğun ve ahlaki değerlerin çöküşü buradan başlar. Toplumun yozlaşması da değerlerin değersizleşmesi de suçun adalet terazisinde subjektif düşüncelerle ele alınmasından kaynaklanır.

•Subjektif derken, adalet nasıl subjektif olabilir?

~Totaliterler, korkuyla yönettiği adalet mekanizmasını, kişilerin, zümrelerin, grupların çıkarları için işletirse eğer adalet sisteminde bir bozulma yaşanır. Bozulma o derece yavaş olur ki artık adaletin doğruyu mu yoksa yanlışı mı ölçtüğü fark edilmez bir duruma gelinir. Çünkü toplum, aile, birey, yanlış olanı alır ve onu kendi adaletiyle işler, özümser ve doğru kabul eder.

•Bu durumun ruhumuza açtığı yarayı düşünemiyorum. 

~Kesinlikle. Ancak asıl problem böylesi güç sandığımız ‘şeylere’ hiyerarşi içinde yatkın olmamız. Aldatan da biz aldanan da biz konumuzda yaşıyoruz. Kimliklerimizi sorgulayıp zenginleştirmek yerine başka kimliklerin fikirlerini mutlak doğru kabul ediyoruz. Oysa, özgürleşmek adıyla doğru sanarak attığımız bazı adımlar bizi bir boşluğa sürükler. Otoriter sistem seçimlerimizi sadece korkuyla manipüle etmez. Duyguların odaklandığı daha derin konular vardır. Örneğin, başkalarının bizi beğenmesi için ihtiyacımız olmadığı hâlde tüketim için manipüle ediliriz. Bu bizi daha derin bir duygusal çöküşe götürür. 

•Nasıl?

~Mesele biraz da genetik mirasımız(doğamız) ile ilgili. Canlılar, üreme ve soyunu devam ettirmek için birbirleri üzerinde bir manipülasyon yapar. Hayvanları gözlemleyince misal, bir kuş, en güzel ötüşü sergiler, kimisi güzelliğini gösterir kimi hayvanda güç göstermesi gereken yerde gücünü sergiler. İnsan da pek farklı sayılmaz. Kimliğini zenginleştirmek, geliştirmek yerine biçimini güzelleştirmeye ağırlık verir. Karşısındakini bu biçimle manipüle eder. Bununla da kalmaz kendini haklı çıkarmak için ‘hayatını yaşa’ felsefesine sığınır.

•Sonuçta bu tercih meselesi değil mi? Başkasına zararı yoksa istediği gibi yaşayabilir. Özgürlük biraz da bu değil mi?

~Haklı olabilirsin. Yine sorun şu; imkanların artmasıyla özgürlüğü ve arzuları çabuk elde edip tüketir olduk. Bunu bize en kolay reklamlar ile yaparlar. Maalesef modern toplumla gelen rahatlıklar beraberinde zorluklar, görevler, baskılar da getirir. Sistem bize isyan etmeyi değil kabul etmeyi yani kendini modern köleliğe bırakmayı tercih ettirir. Çünkü kimse geleceğin değişmesi için yatırım yapmak istemez. Kısacık yaşamında “Ben biriciğim”, “Ben her şeyin en iyisine layığım” der. Bu durum bize iyi bir toplum kurmanın zor olduğunu çünkü artık haz ve arzunun, etik ve estetik amaçlarımızın önüne geçtiğini gösterir. Kapitalist sistem bir taraftan zihnimize “Senin tek bir hayatın var. Önce onu yaşamalısın,” felsefeni pompalarken diğer taraftan da bir bunalımı hazırlar. Sistemin yarattığı biçimlerdeki bireysel özgürlüklerde hastalanırız. Pazarlanan şeyler ruhumuzu iyileştirmek, düşüncelerimizi geliştirmek yerine tam tersine bizi yalnızlaştırır. Hayvansal içgüdülerimiz insanlaştıkça arzularımız da hayvanlaşır. Sonuç: “Özgürüm” sanılarak arzuları satın alıp tüketen ve yeni arzular isteyen hayvanlara dönüşüyoruz. Modern toplumla özgürlük belki de hiçbir zaman gerçek anlamda tatmadığımız, tanımlayamadığımız bir kavram olarak kalacaktır.

•Özgürlük meselesini anlasam da arzu nasıl satın alınabilir ki onu anlamadım..?

~Bir kişiye beslediğimiz sevgi, arkadaşlık, dostluk ve aşk duygusu zaman içinde azalıyor ise bu arzuların satın alınmasından kaynaklıdır. İnsanı iyi, değerli hissettiren şeyler bir başkası tarafından satın alınabilen bir metanın değeri ile pekiştirilmemeli. Özellikle de sevgi, aşk ve sanat. Satın alınan her şeyin mental olarak değeri düşer. Yani kişi artık önceki satın aldığı şeyden ya daha fazlasını elde etmek ister ya da aldığı haz ona yetmez: Daha yüksek hazlar arar. İnsan, o denli değişiyor ki artık annelik gibi biricik duyguyu dahi manipüle eden bir topluma dönüşüyor.

•Bu nedenle mi doğduğumdan bir süre sonra güçlü bir şekilde korku hissettim? 

~Evet, bizler elde ettiklerimizin zamanla kölesi oluyoruz. Annen seni, sen de anneni elde ettin. Senin korkun açlık yoksunluğu ile gelen çaresizlik üzerineydi. Annenin ise bundan sonra hayatını istediği gibi yaşayamamak üzerineydi. Annen seni arzuladı, böylelikle sorumlu olduğu şeyler arttı ve özgürlüğü azalırken korkuları da arttı.

•Bu sanki hayatın döngüsü, engellenemez bir durum. Bu durumun bize bıraktığı zararlar ne kadar büyük olabilir ki? Sonuçta insanın evet, tek bir hayatı olacak ve istediği biçimde yaşamayı seçecek. Hakkı olanı ya da hak ettiği gibi yaşayacak. 

~Tüm bunları kader olarak mı görüyorsun?

•Öyle görülmüyor mu?

~Peki, sen öyle görmek istersen buna karşı çıkmam. Çıkmazlarımızda ‘kader oyunu’ gerçeğimiz olsun. Bu özgürlük meselesine bir örnek vereyim: İçimizdeki boşluk duygusunu yani tüketmek istediğimizin yerini doldurmak veya tüketeceğimizi aramak için yaptığımız şey var. Kaderi afallatan bir şey!

•Nedir o?

~Bunu örnekle açıklamak daha anlaşılır olacaktır. Örneğin, telefonlardaki görüntüleri sürekli kaydırma halimiz.

•Nasıl yani?

~Bizler, otoriter sistemin izin verdiği oranda yaşam biçimimizin sınırlarını genişletirken bir yandan da arzularımızı elde etmemiz kolaylaşıyor. Özgürlüğün meyvesi gibi görüyoruz arzuları. Oysa özgürlük bir hiyerarşi içindeki bu ister iki kişi ister bir toplum olsun birbirine karşı üstünlük kurmak değildir. Özgürlük ve kader her zaman karşı karşıyadır. Özgürce yaptığın, düşündüğün, karar verdiğin her şey kaderi karanlıkta bırakır. Sana sunulana ulaşmak özgürlük değil bağımlılıktır; içindeki boşluğu doldurmak için seçtiğini sandığın, sana iyi geldiğini sandığın bir bağımlılık. 

•Kader ve bu dediğin bağımlılık iyi bir şey değil gibi konuşuyorsun?

~Tam aksini söylüyor da olabilirim. Arzularımız aklı öylesine manipüle eder ki bir aşk ilişkisinde misal, aldatan, kendini haklı görür. Bu denklem hiyerarşinin olduğu her yerde böyle işler. Bir devlet haklı görür zulmü, bir işveren haklı görür kendini sömürüde, bir zengin haklı görür en ayrıcalıklı olmayı… Anlayacağın herkes arzusu oranında haklı görür kendini. Özgürlüğü oranında haklı görür kendini. Bazen kader dediğimiz şey eşitler hayatın haksız yanını. Haksız yere eleştirmeye, doğru yerine yalan söylemeye, özeleştiri yerine aşağılamaya haklı görürüz kendimizi. Kısacası yaşam kusurludur. Düzeltilmek istedikçe artar kusurları çünkü dediğim gibi arzunun ve hazzın sınırı yoktur. Yaşam bu yüzden kusurları örtmek isteyenler için korkutucudur. Kadere, özgürlüğüyle yön verecek bir toplum bu nedenle bir hiçliğin içinde kaygısız ve korkuları olmadan tebessümle gezecektir.


Cemil Er