Tren yavaşça istasyona yanaştı. Şef düdüğüne bastı. Yolcular teker teker indi. Gar görevlisinin telsizinden duyduğuma göre, gara on metre kala çok şiddetli bir patlama meydana gelmiş. Trenin bir sonraki durağa uğramayacağını, direkt Kars'a otobüsle aktarma yapacaklarını söylediler bize. Patlamayı kim yaptı, neden yaptı, hiçbir bilgi veren yok. Bulunduğumuz istasyon tenha bir yerde, kocaman bir bozkırın içinde, etrafı ağaçlarla çevrili bir yerdi. İnsana tuhaf bir duygu veriyordu. Trenin yanaştığı yerden ağaçların bittiği yöne doğru bakınmaya çalıştım. Rayların sağa doğru kıvrıldığı yerden yeşil ağaçlar boylu boyuna dizili bir şekilde devam ediyordu. Kim dikmiş ki bu ağaçları bu bozkırın içinde? Ben kafamın içindeki düşüncelerle dalıp giderken yolcular arasında bir karmaşa olduğunu duydum. Şefin odasının önünde herkes "Ne yapacağız biz bu gece vakti burada?" diye isyan etmeye başladı. Sadece bir otobüs olduğu için kalan yolcular sığmıyordu. Ya sığanlar gidecek ya da sabahı bekleyip diğer otobüste geldiğinde herkesin birlikte Kars'a gidebileceklerini söyledi gar görevlileri. Görünüşe bakılırsa herkesin bir acelesi vardı. Akşamı burada dışarıda geçirmekten çok şikâyetçiydi herkes. Nedense kimse patlamanın sebebini sormuyordu. Sadece kendi dertleri işle meşgul olan yolcuların dikkatini etraftaki ağaçlara ve sessizliğe çekmeyi o kadar istedim ki o an. Deli der geçerdi herkes herhalde. Belki de o öfke anında dayak yememe bile sebep olurdu. Babamın vefat haberini cuma günü aldım. Bugün pazar, sabah otobüsle yola çıksak zaten geciktiğim kadar gecikmişim, bir günün tadını da buradan çıkarmak beni kendi ölümümden bir an da olsa uzaklaştıracak gibi geldi bana. Ay ışığı gözümün önünde daha önce hiç alışık olmadığım bir parlaklıkta şeklini almıştı, o kadar yakındı bana. Burası sanki ömrümden bir durakmış da uğrayıp tekrar yaşamaya devam edecektim. Burnum ilk defa şehrin keşmekeşliğinden farklı bir kokuya şahit olmuştu. Toprak ayaklarımın altındaki gerçekliği hatırlatır gibi var ediyordu beni. Elimde değildi hiçbir şey. Sanki üzerimde bir elbise gibi kalan geçiciliği, yaşadığım şehir hayatından emanet almışçasına soyunup burada bırakmak istiyordum. İnsan kaldığı yerin toprağı olmalı dercesine toprağa sarılasım geldi. Şefin odasının önüne geldim, trene bakan büyük camlı bir odası vardı. Etrafı ahşap işlemeli güzel bir pencere, hem gelen yolcuların indiği yere hem de rayların etrafını saran ağaçları gören bir genişliği vardı. Çay koymuştu kendine, çayın dumanı camı nemlendirmişti. Göz göze geldik. Adam kendisini mahcup hissetti, beni içeri davet etmek zorunda hissetti. İki bardak çıkardı camdan, buyur çay ikram edeyim dercesine el işareti yaptı. Kararsız kaldım, geçsem mi, geçmesem mi? Herkes dışarıda betonlara yığılmış otururken ben kaçak gibi hissettim kendimi.

—Buyur buyur beyim, otur, çay ikram edeyim.

Kapıyı açmış, eşikten adımımı atmamı bekliyordu. Köşedeki plastikten sandalyeye doğru yöneldim, oturmak istedim. Kendi oturduğu koltuğu bana getirmek istedi, kabul etmedim. Bir çay içip kalkmak için oturduğumu söylemek geldi içimden nedense o an. Sınırsız hizmet sunacak gibi karşımda duruyordu. Bir yerde dur demesem adamı sömüreceğim gibi kendimi suçlayacaktım neredeyse. 

—Hayırdır beyim, tatile mi geldin?

Yok, cenazeye geldim. Babam vefat etti.

Adam hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmış gibi yüzüme baktı. Kafasındaki gerçeklikle örtüştüremediği bir durumla karşılaştı sanki.

—Allah rahmet etsin, deyip geçiştirdiği durumun ağırlığını üstünden atmak istedi. Oysa gezmek üzerine bol bol sohbet edeceği bir adam bulmuştu karşısında belki. 

—Derdim matem tutmak değil gece vakti, bu ay ışığının hatırına konuş, içim ferahlasın, dedim.

Bir hevesle kalkıp çayı doldurdu, önümdeki sehpaya koydu. 

—Buyur beyim sıcak sıcak iyi gelir, yorgunluğunu alır.

Çok heveslenmişti, artık sohbete hazırdık ikimiz de.

—Beyim ne iş yaparsın normalde?

—Doktorum ben.

—Belli zaten şahsiyetinden, anladım hemen beyim.

—Nasıl anladın?

—Beyim az evvel karmaşada öksüren adama bakıp aklında bir şeyler geçirdiğini gördüm. Bir şeyi çözmüş bakışı vardı yüzünde.

—Valla helal olsun. Dedektif gibisin. Adam farenjit büyük ihtimal, yol boyunca da öksürdü durdu zaten.

—Aman beyim soğuk memleket buralar, öksürür öksürür geçer. Kim hasta değil ki buralarda. Benim oğlan da mühendis, Ankara’da o da, bizim Kaymakam Bey'in kızı ile evli. Bana da senede bir uğrar ya uğramaz. Saadet ondan yana olsun beyim, istemem ziyareti, ben mutluyum böyle.

Adam mutluyum derken mutlu olacağımız konuya girmek ister gibi çayımı tazeledi. Gece uzun. Galip anlatacak onca şeyi gidişime yetiştirmek için zamanı kolluyordu. Evet, adamın adı Galip'ti, adıyla örtüşen bir hayat mücadelesi ile duruyordu karşımda. Keşke sonsuz vakit olsa da bir Galip'i bir de bu sessizliği dinlesem...

—Beyim burada bir cinayet oldu bir ay önce. Ermeni bir kadının evi var merkezde, Su Kapı Mahallesi'nde. Beyim kalenin dibindeki evler var ya, oralar işte. İki gazeteci gelmiş kadına, etnik kökenler diye röportaj yapmak istemişler. Kadın da o civardaki tek Ermeni. Güzelce tarihi bir evi de var, kaleye bakıyor. Oranın en güzel evidir beyim. Kadın kabul etmiş bunları. Sonra ikinci gün yine gelebilir miyiz diye rica etmişler. Kıramamış kadın tabii.

Ertesi gün ölüm gerçekliği ile yüz yüze kalacağım yolculuğu düşününce bu gizemli cinayet olayını dinlemek işime geldi. Galip'ten sıkılmamalıyım anlatırken. Anlar hemen yoksa. Onunla müşterek bir hayat paylaşımım vardı sanki. Ben uğrayıp dinleyeceğim, o da anlatıp beni aceleci klasik şehirli kibrimi yüzüme vurmayacaktı. Böyle bir anlaşma yaptım kendi içimden istasyon şefi Galip'le. O da sıkılayım diye anlatmıyordu zaten.

—Beyim, kadının evinden koku geliyormuş yılardır. Kedisinin sevdiği köşede koku daha fazlaymış. Kedi artık kokudan mı bilmem, ölünce o da belediyeyi çağırmış. O da eski evdir, tuvalet borusu falan patlamış herhâlde diye belediyeyi çağırmış. Bu gazeteciler de belediyeden sonra gelmişler kadına. Tabii kokunun sebebi çözülmüş belli ki. Kokusu alınmış beyim bir şeylerin. Gazeteciler bahane ile eve girip keşif yapmışlar. Tabii kazma kürek için nereden baksan iki gün lazım. Kadın anlamış durumu, anlayınca da mal mülk hırsı bu ya, kadını bir çırpıda boğmuşlar oracıkta.

—Kadını niçin boğmuşlar ki?

—Evininin altında altın varmış. O koku da altından... Bu altınlar yerin altından yükseğe doğru koku mu yapıyormuş ne. Kedi de kokudan ölmüş.

—Cinayeti işleyenleri yakalamışlar mı peki?

—Yok beyim. Ne bilen ne gören ne de duyan var kadını boğanları.

—Sen nereden biliyorsun gazetecilerin öldürdüğünü? Çok ciddi bir şey. Benim hasta birini görüp rahatsızlığını tahmin etmeme de benzemez.

—Beyim eceli ile ölmeyen bir Ermeni kadını durup dururken evinde niye ölü bulunsun? Böyle bir şey dışında niye gelsinler ki kadının evine? Belediyeden bir hafta sonra kendisini gazeteci diye tanıtan bu adamların eve girdiğini komşuları görmüş. Akşamüzeri gelmişler bir de dikkat çekmesin, kimse görmesin. Galip kendisini haklı çıkarmak için mantıklı gerekçeler sunmaya çalışıyordu.

Gece en derin karanlığını gösteriyordu. Hava hafifi serin. Dışarı çıkıp üşüme isteğimi Galip'e söylemek istedim o an. Pencereden uzun uzun trene baktım. Galip hala anlatıyordu heyecanla. Gözüm duvardaki gazete kupürlerine ilişti. En üstte "Bozkırın İçindeki Cenneti Yaratan Adam" diye haber gördüm. Eski bir gazete manşetinden alınmış. Kalkıp yazıları okumaya çalıştım. İçinde bulunduğumuz garın tarihinden bahsediyor. Bozkırın içindeki cennet dedikleri gardan ve o cenneti yaratan adamdan bahsediliyordu. Otuz beş yıl boyunca kendi imkânları ile garın etrafına ağaç diken gar şefinin fedakârlıklarından söz ediliyordu uzun uzun. Gurur tablosu gibi çerçeveleyip asılmıştı en üstte. Hemen alt tarafına da yıllar içinde buraya gelen tanıdık isimlerle çekilen fotoğraflar vardı. Sabahı bir zaman dilimi olarak değil, doğanın bir armağanıymışçasına güneşin camdan yüzüme yansımasıyla karşıladım. Dışarı attım kendimi, güneşi aradım ağaçların arasından. Saat altı buçuk yedi civarı olmuştu. Gözüm geceyi geçirdiğim büyük camlı odaya işti. Galip geniş ve rahat koltuğunda uyuyordu hala. Yolcuların sabaha kadar betonun üstünde pineklemekten ayakları uyuşmuş, otobüsün gelmesini beklemeye başlıyorlardı yavaştan şefin odasına doğru dizilerek. Aktarma için otobüslerimiz gelmişti birkaç saat sonra. Koyulduk yola. Garın içinde ağaçların arasından geçip tozlu bir yolu geldik. Arkamı döndüm, gara baktım, tozdan dumandan ne gar görünüyordu ne ağaçlar. Kaybolup uçmuştular sanki. Toz dumanın içinden Galip'i aradı gözlerim nedense. Garda kaldığım geceden beri kimsenin sorgulamadığı patlamanın sebebini soracaktım ona. Her şeyi anlayıp çözmeye adamış Galip'in bunu bilememesine imkân yoktu. Nedense o konuya dair tek bir şey söylemedi. Utanmasam patlamaya Galip'in bizi durdurup bir şeyler anlatmak için uydurduğu bir yalan diyecektim. Hiçbir önemi yoktu artık. Keşke o toz duman kalkmasaydı da az da olsa otobüsün ardından bıraktığımız hüznüne şahit olsaydım o güzelim adına cennet deyip gazete manşeti ile duvarda asılı bir hatıra gibi bıraktıkları gara. Eve varmak üzereydim. Daracık sokaktan evimizin olduğu yokuşa doğru çıkmaya başladım. Taziye çadırını gördüm. Fazla da kalabalık yoktu. Taziye çadırına uğramadan eve geçmek istedim. Tanıdık birini görsem... Etrafımda bu kim bakışlarıyla karşılaşmak istemedim. Bahçe kapısından içeri girdim. Yağmur yağdığında ayaklar çamura bulaşmasın diye taş döşenmişti evin giriş kapısına kadar. İçeriden bağırmalar geliyordu. Kavga ediyorlardı. İnanamadım duyduğumda. Cenaze evinde o anki acıdan başka ne galip gelir ki insan yüreğine. İçeri girdim. Herkes buz kesilmiş bana bakıyordu. Gecikmenin vicdan azabını bile hissetmeye fırsat bulamadım o an. Ölenin acısından çok kendisinden kalan şeyler paylaşılmıyordu. Eve girmemle apar topar hastaneye gitmemiz bir oldu. Acil kısmına indik. Süleyman amcam babamın, en büyük abisi, karnından bıçaklanmış; yatakta bitkin bir şekilde uzanıyordu. Bıyığı yıllar evvel nasıl gördüysem hala aynı şekilde dudağının etrafında iki sütun gibi dikili duruyorlardı. Bana baktı, hoş geldin der gibi başını salladı. Konuşacak halde değildi. Benim doktor yeğenim diye boynuma sarılmasını hatırladım üniversiteye gittiğim yıllarda. Bir müddet sonra içeriye çoğu takım elbiseli insanlar girdi. Yıllardır gönül verdiği partinin gençlik kollarının binasında bir araya gelen arkadaşları doluşmuştu hastane odasına. En zor günde yalnız bırakmamışlardı onu. Her konuşan elini iki sütunlu bıyığına dokundurarak cümleye giriyordu. Art arda geçmiş olsun dilekleri geliyordu.

"Ne oldu, var mı yapacağımız bir şey?" ısrarlarından sonra ufak bir kaza deyiverdi kasığının hemen üstündeki yaraya. Öyle ya, miras kavgası diyecek hali yok. Gözüm Süleyman amcamın yatağın üstüne koyduğu serum takılı sağ eline takıldı. Biraz sonra bir hareket yapacak diye bekledim nedense o an. Babam da gittiği yerden benim gördüğüm şekilde görüyor mu acaba? Yaşarken durumların böyle olacağını hiç mi görmedi? Niye böyle ezberci oldum ben? En zor anında insan elini kaldırıp neyin hareketini yapar ki? Bir doktor olarak Süleyman amcamın rahatsızlığından çok reflekslerini tahmin etmeyi kafayı takmıştım. İçime Galip'in dedektif ruhu kaçmıştı. Döndüğümde Galip'e borcum olsun. Gardaki patlamanın gerçek sebebini olur da gazeteler yazarsa onu tahminlerle yormadan direkt söylerim artık…