30 Nisan
Sevgili Mélanie,
Geçen hafta annem vefat etti. Dört sene önce yetim kalan ben, geçen hafta annemin ölümü ile öksüz kaldım. Ömrümün son otuz beş yılı savaşlarda geçti. 1915’te Batı Cephesi’nde, 1940 baharında Direniş Ordusu’nda düşmanla burun buruna geldim. Bir zamanlar arkadaşlarımla dolaştığım sokaklar, caddeler bombalandı; beraber kafe, bar demeden dolaştığım arkadaşlarım cephede, kollarımda can verdiler. Hiçbir ölüm beni bu denli sarsmadı; hiçbir kayıp bu denli içimi yakmadı. İnsan ailesini kaybettiği zaman büyüyormuş. Bunu kırk yedi yaşımda öğrendim. Sana da uzun zamandır mektup yazamıyordum. Gerçi sadece mektup değil hiçbir şey yazamaz oldum. Şu kırk yedi yıllık hayatımın belki yirmi yılı yazarak, bir şeyler karalayarak geçmiştir. Sahi…Yazdığım öyküleri hiç okudun mu? Kalem adlı öykü kitabımda on öykü vardı. Bu öyküler 1935 baharında yayımlanmıştı. Kitabımın bir kopyasını sana yollayacaktım. 1922’de Bordeaux’den taşındığından beri nerede yaşadığını bilmiyordum. İki ay önce Edinburgh’ta yaşadığını öğrendim. O şehrin muazzam bir güzelliği olduğunu duydum. Gotik mimarinin, taş kaldırımların şehriymiş; öyle diyorlar. Umarım o şehirde çok mutlu ve huzurlu yılların geçmiştir. Gerçi en güzel yıllarımız daha önce görmediğimiz insanlarla savaşmakla geçti: Dile kolay tam otuz beş sene. Birinci Dünya savaşı bitti, antlaşmalar imzalandı, barış ilan edildi. Ancak, 1939 yılının son baharına kadar birbirine diş bileyen o yöneticiler, liderler 1 Eylül’de büyük bir yıkıma başladılar. Bazı insanlar, bir resme bakar, bir kitap okur, bir şehri gezer ve hayatı değişir. Benim hayatım, namlunun ucunu gördüğüm an değişti. Yazdığım hikâyeler karardı. Kalemimi yargıç değil ben kırdım; tutamadığım, kendimi aradığım hikâyeler yazmak için dayandığım araç…Kalem.
Şu anda Bordeaux’de K. sokağında dört katlı apartmanın ikinci katında yaşayan ben, dört duvar arasında sıkışıp kaldım. Bu beton duvarları bir şekilde aşarım. Hiç olmazsa boyar, şu ışıktan yoksun hayatımı aydınlatırım. Peki ya zihnimdeki duvarlar?! Her geçen gün birbirine yaklaşan beni sıkıştıran zihnimdeki bu duvarlara karşı ne yapmalı?! Bu duvarlar boya da tutmuyor; denedim. Bu duvarlara lamba asılmıyor; denedim. Kapkaranlık duvarlar; ışığımı soğuruyor. Hatırlar mısın? Küçükken hep bizim evimize gelirdin. Öğlen saati başlar, akşam hava kararıncaya kadar oyunlar oynardık. Annemin ve babamın kavgalarına çoğu zaman beraber şahit olurduk. İşte ben, o kavgaların gürültüsünü bastırmak için sana yüksek sesle şarkılar söylerdim. Sen olmadığın zamanlarda da odama kapanır her daim ceviz masamın üzerinde duran çivit rengi defterime bir şeyler karalardım; bu karaladıklarım bazen bir öykü bazen ise bir şiir olurdu. Annemin ağzından çıkan o karanlık havanın, benim zihnimi ele geçirmesine izin vermemek için sen olduğunda sana şarkılar söyler; senin olmadığın zamanlarda ise hikâye veya şiir yazardım. O karanlık hava ile zihnimde savaşırdım; zihnimde şarkılarla, hikâyelerle yahut şiirlerle ışık yakardım. Artık bu karalamalar bile fayda etmiyor. Küçükken annemin ve babamın ağzından çıkan o karanlığın üstüne cephede ciğerlerimi çürüten barut kokusu sindi. O karanlık, sadece ciğerlerime çökmedi; kanımda dolaştı, tüm vücuduma yayıldı. Zihnim bu zehirle doldu taştı. Kırk yedi sene boyunca karanlığa doyan zihnim, kendi duvarlarını inşa etti. Yine yakıtı bu karanlık olacak ki duvarları hareket ettirmeye başladı. İki sene önceydi. Bir yaz günüydü. Sabah uyandığımda başım çok ağrıyordu. Ertesi gece biraz fazla şarap içtiğimi hatırladım. İkinci şişeyi içmemeliydim. Sanırım başım o yüzden bu kadar çok ağrıyor diyerek geçiştirmiştim. Ancak, o gün, o sıcak yaz sabahında başımdaki ağrının sebebinin inşaat olduğunu bilmiyordum: Dört duvarın örülmeye başladığı o gün. Altı ay içerisinde hiçbir şeyden keyif alamaz hâle geldim. Yine o karanlığı hissettiğimden hemen defterime, kalemime sarıldığımı hatırlıyorum. Kelimelerimi kâğıda dökemediğimi fark ettiğim o anı hiç unutamıyorum. Çivit renkli defterim önce yavaş yavaş karardı. Ardından masamın içinde kayboldu. Sinirden ağlamaya başladığımı hatırlıyorum; gençken seninle T. sokağında hep gittiğimiz caz kafeyi anımsadım. O kafede seninle kahve içerken arkada çalan bir caz şarkıyı anımsadım. Onu mırıldanmaya çalıştım. Yok. Söylemeye çalıştığım o şarkı midemi bulandırdı. Şarkıyı söyleyemeden kustum! Ben, şarkı kustum. O günden beri yatağımdan çıkamıyordum ta ki seni bu sabah rüyamda görene kadar. İzninle sana rüyamı anlatmak istiyorum. Ama önce senden beni affetmeni istiyorum. Çocukluğundan beri hikayeler, şiirler yazan bir adam nasıl olur da bir mektup bile yazamaz?! Daha da kötüsü mektubun bu kısmına gelene kadar bir insan nasıl olur da birbirinden kopuk cümleleri kâğıda döktüğünü fark etmez?! Bu yüzden, bu kopukluk yüzünden bir şekilde gözlerini yahut zihnini yorduysam özür dilerim; beni affet! İzninle şimdi rüyama dönmek istiyorum. Bir nisan günüydü. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa takvim 30 Nisan’ı gösteriyordu. Seninle M. meydanında buluşmuştuk. T. sokağındaki her zaman gittiğimiz caz kafeye doğru yürürken yolda hiç konuşmadığımızı hatırlıyorum. Kafeye vardığımızda kafenin altın renkli kapısının önünde durmuştun. Ben de neden durduğuna anlam veremeyip sana, ‘’neden durduk?’’ dercesine bakıyordum. Sen o an sadece gözlerimin içine bakıp, ‘’bugün burada olmamamız gerekiyor. Biliyorsun değil mi?’’ demiştin. O su yeşili gözlerin gözyaşları ile dolmuştu. Ben neler olup bittiğini anlamaya çalışırken caz kafenin karşısındaki giyim mağazasına bomba düştü. Kulağım, patlama sesinden olacak ki şiddetli bir şekilde çınladı. O çınlama, kilise çanına dönüştü. Günlerden salı olmasına rağmen çalan o çan ile annemin ölü bedeni gözümün önüne geldi. Her şey birbirine girdi. Bu karmaşadan bir anda kendime geldim. Bir de seni kaybetmeyeyim diye kollarımı boynuna sardım ve önüne geçerek seni şarapnel parçalarından korumaya çalıştım. Ambulans ve itfaiye sirenlerinin acı çığlıkları ile kan ter içinde uyandığımı hatırlıyorum. Uyandığımda ilk bir dakika, sanırım bir dakikaydı, hiçbir şey göremedim. Gözlerimi ovuşturdum. Yatağın içinde bir süre oturduktan sonra gözüm masamdaki takvime takıldı. Tarih 30 Nisan’dı. Evet. Bugün. Rüyamda seninle buluştuğum gün. Patlamanın olduğu gün. Yatağımdan bir süre kalkamadım. Neden uzun süredir konuşmadığımızı düşündüm. Bizi ayıran o şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım. Onca yıldır nasıl oldu da sana bir mektup dahi yazmadım?! Kendime bunun için o kadar kızdım ki. Ben, seni benim yüzümden kaybettim Mélanie. Benim yüzümden seni kaybetmemin birçok sebebi var. Savaşlar, kollarımda can veren arkadaşlarım, annem, babam; bunların hepsi seni kaybetmeme sebep oldu. Ama ben…Ama ben nasıl oldu da bunların üstesinden gelmeyi beceremedim; seni kaybettim. Peki ya sen? Sen beni nasıl unuttun? Bunca yıldır bana bir mektup dahi yazmadın…Ben…Ben…Affedersin! Seni suçlamıyorum. Bunların tüm sorumlusu bendim. Kim bu denli yıkılmış bir adamı hayatında ister ki? Kim bu yıkımı onarmaya çalışarak yıllarını heba eder ki? Çok haklısın. Aramıza aylar, yıllar, savaşlar, ölümler girdi. Birbirimizden koptuk. Ancak ben alışkınım. Demek istediğim…Hayatım kopukluklara dayanmak ile geçti. Senden koptum. Annemden koptum. Babamdan koptum. Arkadaşlarımdan...Gençliğimin en güzel yıllarını yaşadığım sokaklardan, şehirden koptum. Şu kopuk ömrümün son iki senesinde de sözcüklerimden, kalemimden kopmaya başladım. Tutunmaya çabaladığım şu hayatımda son bir kez olsun sana yazmak, senin için kelimeler dizmek istedim. Ancak buraya kadarmış. Daha fazla yazmaya gücüm kalmadı. Sana bu mektubu yazarken başımın ağrısını hafifletmek için ara ara içtiğim konyağım da bitmek üzere. Başımın ağrısı ise giderek şiddetlenmeye başladı. Kel…imeler artık döö…külmüyor kalemimden. Mii…dem bulanıyor. Gitt…mmem gerek. Su…yeşi li göz…lerine bak arak veda et..mek var…dı bu haya...ta. El veda!
Se..ni her zaaman se…ven
Paul