Karşımda batmakta olan güneşin doğru kişiyle duygularını paylaştığından emin değildim. Yine de bölmek istemedim sözlerini. Kırgınlığında payım olsun istemedim.

"Ben böyle büyüdüm, benim görevim ve bildiğim tek şey bu işte. Doğmak ve batmak. Belki en tepeye ulaştığımda biraz olsun soluklanmak. Oysa birçok insan en çok o saatte hoşnut olmaz benden. Ben ise en çok o anları seviyorum. Herkesin hızla gölgeye kaçtığı o zamanlar benim hem var olduğum hem de varlığımı en çok hissettirdiğim anlar. Ya doğmak ya da batmak olmayan, iki seçenekten bağımsız var olduğum an. Anlıyor musun beni?"

Kısık sesle, dinlediğimi bir baş işaretiyle onayladım. Benim onayıma ihtiyacı yoktu oysa. Sessizce oturan ve boşluğa dalan tek kişi ben olmasaydım, benimle de paylaşmazdı belki hislerini. Sadece sessiz oluşum dinleme kabiliyetim olduğunu düşündürdü belki. Aksi halde ifadesiz ve boş bakışlarımla sohbet havası sezilebilecek son kişi bile değildim. Zaten onun da son sözleri bunlardı. Benimse aklımda söz ettiği "iki şeyden fazlası olmak" sözleri dönüyordu. Ya batmak ya doğmak...Birinden gitmek ya da kalmak, bir yere ait olmak ya da olmamak, doğmak ya da ölmek, yalnız ya da kalabalık olmak, ağlamak ya da kahkahalara boğulmak... Gözümü bile kırpmadan geriye gittim birkaç dakika. Çocukluğum gözleri dolu dolu baktı. O zaman sımsıkı kapattım işte gözlerimi. En savunmasız yanım bana bakarken istikrarla diktiğim tüm duvarlarım tuğladan ibaret kalıyor, çırılçıplak.

Derin bir nefes, evet evet aynen öyle. Sonra da ver. Şimdi sıkmaktan acıyan gözlerini aç. Ellerini yavaş yavaş indir kulaklarından, çöktüğün yerden kalk lütfen. Nefes alıp vermeye devam et. Tutma nefesini. İlerle şimdi, yavaş yavaş, öylesine telaşsız, göğsünün her hızlı havalanışı yavaşlayacak biliyorum. Geri gönderemediğin yaşları bırak lütfen. belki de her şeyi bırakmalı, nefes almana engel olan burun kemerindeki acıyı, yutkunmanı zorlayan o yumruyu bırakmanın vakti gelmiştir.

Yanaklarımdaki ıslaklığa kızmadım bu kez. Şu an güçlü görünmek zorunda olduğum bir yerde değilim. Dünyanın sonu burası. Kalıplara sıkışan ben değilim. Ilık kumların arasında ufak tefek görünen parmaklarımla kıstırdığım taneleri serbest bıraktım. Her şeyi görebilmem için geriye doğru esen rüzgar, mavilerden ibaret olmayan renksiz berraklığı yüzüme taşırken dudak kenarlarım yukarı doğru gerildi bu kez.


*Yalnız olmak, güçlü bir hayaperestin gerçekliğe düşürülmesi sonunda derin bir umutsuzluktan cebinde kalanlar mıdır emin değilim henüz; başta ne kadar inkar etse de konuşmak için inanılmaz bir istek duyan karakter kadar her varlığın bir hikayesi olduğuna inanmak istiyorum.


Bu hikayede yazılmasını istediğim şeyin başını ise; bir karakterin sınırsız varlığını anlatan, kimi zaman yalnız, kimi zaman olmayan gülme çizgilerinin görüneceği kadar hayalperest ve huzurlu, kimi zaman boş bakışları ile herhangi bir varlığın yanaşmaya tereddüt edeceği bir kimse, kimi zaman kalıplara ters düşen ama doğru olduğuna inandığı bir şeyin ardından koşan bir deli...

Batıp batmamak arasında kararsız, eli mecbur sonunda batan güneşin ardından, koşa koşa değil, ağır ağır dibini göremediğim derinliğe doğru adımlarken, suyun sıcaklığı sakladığım kırgınlığımı, öfkemi alıp götürüyor. Kendimi geriye bırakıyorum. Tek ses suyun dibindeki uğultu kalana kadar derine. Artık, aklım suskun, kalbim sessiz. O da atmayı bırakana dek...


*Fyodor Dostoyevski, Beyaz Geceler