Dört katlı, geniş, taş bina. Dikdörtgen taşların bazıları yer yer koyulaşmış. Balkon yok. Yüksekçe bir çatı, dört büyük baca. Pencerelerin üst tarafları yarım daire biçiminde.


Binanın sağ köşesinden damar damar yükselen sarmaşık… Hastalığı ne bu binanın? Damarları kuruyor. Mevsim, sonbahar. Yapraklar sarı, yeşil, turuncu, kahverengi. Bazıları dallarda direniyor. Bazıları mücadeleyi kaybetmiş. Koyu kahverengi dalları ağaçların, damar damar, göğe uzanıyor.


Gölgelerin boy attığı arka bahçe. Boyaları yer yer dökülmüş ahşap banklar. Döküntü kısımların katmanlarından bankların zaman içinde üç farklı renge boyandığı anlaşılıyor. Önce gök mavisi, sonra bulut grisi, en sonunda da güneş sarısı. Gökyüzüne özlem duyan, yere çakılı banklar…


Kare taşlarla döşeli, genişçe bir yol uzanıyor arkaya. Ortadaki yuvarlak alanda fıskiyeli bir havuz var. Dört borudan ikisi az su fışkırtıyor. Birisi biraz daha fazla. Sonuncusu daha da yükseğe. Bu asimetri çok rahatsız edici. Ama şırıltıyı dinlemek çok güzel. Su sesi insanın özüne dokunuyor.


Bankta oturuyorum. Sonbahar rüzgarının serinliğini yüzümde hissediyorum. Gözlerimi kapıyorum. Dünya sesten ve esintiden ibaret. Yapraklar hışırdıyor. Havuz şırıl şırıl şarkı söylüyor. Rüzgar fısıldıyor. Sonsuza dek dinleyebilirim bu sesleri. Sadece bunları dinlemek için sonsuza dek yaşayabilirim.


Ağaca tünemiş kargalar da sonbahar senfonisine katılıyor. Yakınlarda bir yerde yuvaları olmalı. Biliyorum, dalların arasından beni gözlüyorlar. Akıllı kuşlar... Benimle ilgili ne düşünüyorlar?


Hafif bir üşüme, bir ürperti… Gözlerimi açıyorum. Binanın yanından iki kadının bana doğru geldiğini görüyorum. Sol taraftakinin altında beyaz pantolon, üzerinde açık kahverengi bir kaban var. Kabanın düğmeleri iliklenmemiş, sadece kemeri bağlanmış. Diğer kadın siyah bir kaban giymiş. Tüm düğmeler iliklenmiş. Asker üniforması gibi düzgün. Siyah pantolon, siyah çizmeler…


Yaklaştıkça soldaki kadının kaban içindeki kıyafetinin de beyaz olduğunu fark ediyorum. Kolları göğsünün üstünde bağlı. Üşüyor gibi. Başını hafifçe öne eğmiş. Rüzgarın etkisini hafifletmek istiyor. Göğsünde kenetli duran kollarında hırka gibi bir şey var.


Diğer kadın başını eğmiyor. Dimdik yürüyor. Başımın üzerinden bir ok gibi geçip arkaya düşen bakışları… Çiğnenip de yutulamamış birkaç sözcüğü hâlâ ağzında tutuyor gibi gergin dudakları… Söyleyecek mi?


“Daha sonra gelir, sizi alırım,” dedi beyaz pantolonlu kadın. Hırkayı yanıma bıraktı. Arkasını döndü, başı yine hafifçe öne eğik, gerisin geri yürüdü. Binanın köşesini dönerek kayboldu.


Siyahlı kadın bankın diğer ucuna oturdu. Ellerini birbirine kenetledi, kucağına bıraktı. Bakışları karşıya çakılı. Donmuş gibi. Heykel kadın... Fıskiyenin tam üstüne çok yakışırdı. Bir de sular simetrik aksaydı…


Kadın derin bir soluk alıp yavaş yavaş bıraktı. Heykel projemi reddeden bir hamle. Ellerine baktım. İnce, uzun, bembeyaz parmaklar… “Kansızlıktan solgunlaşmış,” dedi kafamda bir ses. “Hayır, dokunmamaktan,” dedi ötekisi. “Kadın, hasta!” diye diretti ilk ses. “Kadın, aşksız!” dedi ikinci ses. Kes!


Uzun, simsiyah saçlarının arasından görünen solgun yüzüne baktım. Bu haliyle bile çok güzeldi. Bir de kanlı canlı olsa nasıl görünürdü acaba, diye geçirdim içimden. Daldım gittim. Hüzün ve güzellik el ele verdi mi karşı koymak imkansız.


Oturduğum yerde kıpırdandım. Bakışları uzaklardan kopup geldi, üzerime kondu. Bakıştık. Uzayıp giden sessizliği kim bozacaktı?


“Bahçe çok sakin. Havalar serinliyor.”


Dudaklarını ip gibi gerip belli belirsiz gülümseyerek onayladı sözümü. Sıranın kendisine geldiğini fark edince yüzünde bir dalgalanma oldu, bakışları ayak uçlarına düştü. Mırıldanır gibi, “Sonbahar…” dedi. Sesi buğuluydu, uçucuydu, serindi.


“Sonbahar, bahçede birbirini kovalayan seslerle güzel.”


Yüzüme baktı. Kısa bir bekleyişten sonra karşılık verdim: “Öyle.”


Çok güç sürdürülen bir iş gibiydi konuşmamız. İnce eleyip sık dokuyorduk. Seçmece sözcüklerle konuşuyorduk.


“Üşümüyor musun?”


Bedenini hafifçe bana doğru döndürerek sormuştu sorusunu. Sesindeki çekingen tını kaybolmuştu. Sorgulayıcı bir tavır, kuşkucu bakışlar, kalkık kaşlar… Saniyeler içinde başka birisine dönüşmüştü sanki.


“Mevsimleri hissetmeyi severim,” dedim, “Hem birazcık üşümezsek sonbahar eksik kalmış olmaz mı?”


Dudaklarını gerdi, bıraktı. Gözleri hafifçe kısıldı. Sözümü onaylamadığını açığa vuran bir ifade takındı yüzüne. Yargılar gibiydi. Her halinden memnuniyetsizlik okunuyordu.


“Önceliklerin yine bambaşka. Ne beklenebilirdi ki! İlaçlarını bile…”


İlaçlar… İlaçlar mı? Cümlenin gerisini takip edememiştim. Baygınlık geçiren insanların belli belirsiz duyduğu boğuk sesler gibi çarpmıştı kulağıma sözcükler. İçimde uyuşuk bir öfkenin kıpırdandığını duyumsadım.


Hem… Hem bu ne cüretti böyle! Ne kastediyordu durup dururken? Ne biliyordu ki! Böyle konuşma hakkını kimden alıyordu?


Canım fena halde sıkılmıştı. Öfkeyi içimden itekleyip dışarı salıvermek yerine soğukkanlılıkla beklemeyi tercih ettim. Durumdan hoşlanmadığımı belli etmek için boş bir bakış fırlattım yüzüne. Kargalar çığlık çığlığa havalandı. Gülüyorlar mıydı?


Gözlerinde endişenin ıslak ıslak titreşen parıltısını gördüm o an. İrileşen göz bebeklerinden bir yılgınlığın hayaleti geçti. Söyleyecek çok sözü vardı da hepsinin ölü doğacağını bildiğinden çaresizce susmuştu sanki. Bakışları, aramızda duran çantaya kaydı.


“Kadın, haklı olduğunu kanıtlamak için çantadan ilaçları çıkaracak,” dedi kafamdaki ses. “Hayır, konuşmanın yararsız olduğunu anladığından bir mektup çıkaracak,” dedi ötekisi. “Kadının derdi, sensin!” dedi ilki. “Kadının derdi, kendisi!” dedi ikincisi. Hişt!


Gerilmiştim. Tetikte bekleyerek izliyordum kadının hareketlerini. Parmak uçlarıma dikenler batıyordu sanki. Dizlerimden aşağıya serinlik akıyordu. Yüzüm ateş saçıyordu. Kalp atışlarımı duyuyordum. Huzursuzdum. Ne yapmam gerektiğini söyleyen uyumsuz sesler itişip duruyordu kafamın içinde. Kulaklarım uğulduyordu.


Kadın yavaşça çantayı açtı, karanlık bir ağız gibi duran boşluğa elini daldırdı, içinden kara kaplı bir defter çıkardı. Karanlık ağzın kara dilini koparmıştı. Gülümseyen gözlerle baktı deftere. Sonra gülümseyişine hüzün bulaştı birden. Yüzü düştü, burnunu çekti, dudaklarını emdi, bir eliyle ağzını kapattı, yüzüme bakmadan defteri bana uzattı. “Al,” dedi parmaklarının arasından süzülen perdeli sesiyle.


Fıskiyenin suyu birden kesildi. En yükseğe çıkan su, bir kırbacın şaklatılmasındaki gibi bükümlü bir hareketle aşağı düşerek yüzeyde patladı. Şırıltılı şarkı susmuştu.


Defter havada asılı duruyordu. Kadının eli titremiyordu. Zaman donmuştu. Bir süre tepkisiz kaldım. Yüzümün ateşi geçiyordu yavaş yavaş. Çantadan ilaç çıkarmadığı için rahatlamıştım. Havada asılı kalan ısrarının bitmeyeceğini anlayınca defteri elinden aldım. Kadının kolu fıskiyenin kesilen suyu gibi aşağı indi.


Tam ağzımı açacaktım ki “İçinde,” dedi çatallaşan ses tonuyla.


Konuşmamız rahatsızlık verici bir hal almıştı. Tıkanmış gibiydim. Benimle ilgili bir şeyler bildiğini ima etmesinden çok rahatsız olmuştum. Duygularımı dışa vurmak istemiyordum ısrarla. Sakin görünüşümü korudum.


“Bakın! Başta yanıma gelişinizin dostça bir sohbet girişimi olduğunu sanmıştım. Oysa siz… Siz… Yani…”


Kadının gözlerinden süzülen yaşlar yalpalayan cümlemin geri kalanını alıp götürmüştü. Şaşkındım. Ağlamasından çok, içimi hüzün kaplamasına şaşırmıştım. Bir yakınlık vardı bu duygulanmada. Çözemediğim bir ortaklık... Üzülmüştüm.


“Çok üzdün! Çabuk özür dile!” dedi kafamdaki ses. “Özür dilersen kadın daha da cesaretlenir, başka şeyler de söyler. Sus!” dedi ötekisi. “Defteri geri ver, oturmaya devam et!”, “Defteri yanına al, kalk git!” Eh!


Kadın bir eliyle ağzını kapamış, sessiz sessiz, çekinmeksizin ağlıyordu. Bakışları kucağındaydı. Üzerime abanan suçluluk duygusundan kurtulmak istercesine elimdeki deftere baktım. Belki ağlaması kesilir diye ilgilenirmiş gibi yaparak defterin ilk sayfasını açtım. Boştu. Bir sonraki sayfayı çevirdim. Bir yazı… Atlaya atlaya sonraki sayfalara baktım. Yazılar…


Kapakta takılı duran kalemi yerinden çıkardım, parmağımda çevirdim. Sonra ağzıma götürdüm, başını hafifçe dişledim. Tekrar parmağımda çevirdim. Bakışlarım, yarısı yazılı bir sayfaya çakılıydı. Neden sonra kalemi sayfaların arasına koydum, defteri kapattım, çantanın üzerine bıraktım.


Gözlerim yorulmuş, bedenim uyuşmuştu. Birazcık da üşümüştüm. Uyuşukluğu üzerimden atmak için kıpırdandım, omuzlarımı dikleştirdim, göğsümü gerdim, kafamı sağa sola oynattım. Gözlerimi ovuşturdum, kırpıştırdım, büyükçe açıp bıraktım.


Binanın köşesinden bir kadın döndü. Altında beyaz pantolon, üzerinde açık kahverengi bir kaban vardı. Kabanın sadece kemeri bağlanmıştı. Yaklaştıkça kaban içindeki kıyafetinin de beyaz olduğunu fark ettim. Kolları göğsünün üstünde bağlıydı. Üşüyor gibiydi. Başını hafifçe öne eğmişti. Rüzgarın etkisini hafifletmek ister gibi.


Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı... Tam karşımda durdu. Sıcak, şefkatli bir gülümseyiş kondurmuştu yüzüne.


“Evet, bugünlük bu kadar yeter. Kendinizi daha fazla yormayın. Hava epey serinlemiş. Bakıyorum, hırka giyilmemiş yine!”


“Mevsimleri hissetmeyi severim,” dedim, “Hem birazcık üşümezsek sonbahar eksik kalmış olmaz mı?”


“Hım, güzelmiş! Bugün de boş geçmemişsiniz.”


Karga sürüsü çığlık çığlığa üstümüzden geçerek ağacın dallarına kondu. Başımı çevirip baktım. Akıllı kuşlar… Benimle ilgili ne düşünüyorlar?


“Haydi bakalım! Defteri çantanıza koyalım... Hırkayı da sırtınıza geçirelim… Tamamdır. Şimdi kalkın, kolunuza gireyim. Çantanızı ben alırım.”


Ayağa kalktım, bacaklarıma karıncalar üşüştü. Bacaklarımı birkaç kez titrettim. Kadın koluma girdi, yürümeye başladık. Bunu önceden de yapmışız gibi bir duyguya kapıldım. Kadının kolumu tutuşunda tanıdık gelen bir şeyler vardı. Alışkın olduğumuz bir şeydi sanki bu. Hep yaptığımız bir şey…


Ağır adımlarla havuzun yanından geçtik. Kafamda belli belirsiz birkaç görüntü çaktı söndü. İncecik bir huzursuzluk, garip bir merak kıpırdandı içimde. Bir soru işareti yılan oldu, kafatasımın iç duvarına sürtüne sürtüne dolandı.


Birden durdum. Kadın da durdu. Bedenimi hafifçe döndürdüm, omzumun üzerinden arkaya baktım.“Bir şey mi unuttunuz?” dedi kadın. Başımı kadından yana çevirmeden, “Havuzun fıskiyesini,” dedim, “Kim kapattı?”