Rahmonn, alevlerle çevrili değirmi bir açıklığın merkezinde yer alan dikenli kazığa zincirlenmişti. Karaya çalan alevler devindikçe zincirlerin paslı yüzeyinde uğursuz ışıklar oynaşıyor, Rahmonn’un gözleri de, alnından boşanan terler kirpiklerinin kökünü yaktığından alazlanır gibi sancıyordu. Şafak sökümüne beş kala şebnemlerle bezenen çimler gibiydi alnı.

Yitik takatiyle bir çaba başını aşağı çevirdiğinde fark etti, omuzlarından, sırtından, baldırlarından oluk oluk boşanan kanlar ayaklarının çevresinde koca bir göl peydahlamıştı. Türlü böcek tez canlılıkla deviniyordu orada. Baş parmağının ucunun kanları yaladığını duyumsuyordu. Başını hızla yukarı çevirdi. Zincirler şangırdadı. Alevler beş metre yüksekliğe ulaşmıştı. 

Rahmonn’un bedeni ve ruhu, çektiği azabın kincil elleri arasında can çekişiyordu. Fakat inlemeyeceğine, canhıraş çığlıklar koparmayacağına ant içmişti kendi içinde. Onlardan biri olabilecek kudrette olduğunun ispatını layıkıyla gözler önüne serebilmeliydi.

 Buraya geldiğinde, tavanı kara bulutların ardına değin uzanan, öyle ki gölgesi dahi yere düşmeyen, geniş, ürkütücü bir holün girişinde karşılanmıştı. Görülmedik acayiplikteki devasa yontularla donalıydı dört taraf. Küçüklü büyüklü nişlerde Füssli’nin biçemiyle Diaboli, Guglielmo Castelli’nin biçemiyle Tartaros’un çarpıtılmış bir minyatürü, keçi başlı Baphomet ve ağzı, Goya’nın Satürn’ünün ağzı gibi şaşkınlık yahut dehşetle açılmış, gözleri belerik bir büst. Gravürlerde ve tablolarda görmüştü hepsini Rahmonn. Zihnine işlenen hallerine kıyasla hayli gerçekçi göründüklerinden, gözleri ne vakit biriyle buluşsa titremişti. Daha da önemlisi, tavandan -gerçekten varsa şayet- sarkıyor olduğu düşünülebilecek zincirlerin ucunda insanların olduğuydu. Her bir zincirin ucunda koca bir kanca duruyordu. Bu kancalar enselerindeki ete geçirilmişti. Canhıraş çığlıklar kolonları titretirken kanlar, kızıl somaki zeminde kayboluyordu. Hellraiser geldi aklına Rahmonn’nun. Senobit niteliğindeki hilkat garibeleri kendilerine Satamonnia denilmesini uygun görüyordu. Satamonniaları birbirinden ayıran pek az fizyolojik özellik vardı, hangisi hangisi ayırt edemezdiniz. Çarpık hatlarındaki en dikkat çeken özellik burunlarıydı. Çıkıntılı değil, kafatası derisiyle birdi bu burunlar. Burun deliklerinden gözlerine uzanan derin birer yarık vardı. Bu yarıkların içindeki kan, kas ve zedelenmiş deri parçaları arasında küçük, çok bacaklı, uzun kuyrukları her adımlarında kıvrılıp devinen ve ne böcek, ne kertenkele tanımına uyabilecek nitelikte varlıklar göze çarpıyor, bu, onların içten çürümüş oldukları izlenimini uyandırıyordu. Sarı, sicimvari göz bebekleri yuvalarında korlar saçarak dönüyordu. Kulaklarının olması gereken yerden koca, kıvrımlı birer boynuz çıkıyor, kafalarının üst kısmında birleşip bir çember formunda son buluyorlardı. Bu çemberin ortasında parlayan, parlayan, parlayan oval biçiminde bir nesne vardı. Kokluyorlardı. Devamlı kokluyorlardı. Derileri pek çok farklı sürüngen derisinin üst üste yamanmış hali gibiydi. Çıplaklardı.

"Emin misin? Satamonnia olmak çetin bir iştir." demişti içlerinden biri. 

Emin olduğunu söylemişti Rahmonn. 

"Sizin şebekenizde edindiğim yeni dalın muştusu acınası varlığımı soylulukla taçlandıracak."

Bir başka satamonnia kendi ayağına kan tükürüp burnuna çekmesini istemişti ardından Rahmonn’dan. Rahmonn satamonnianın önünde dizleri üzerine çöküp denileni yapmıştı. Bundan bir dakika sonra kafasına bir sıcaklık basmış, zangır zangır titremeye, sayıklamaya başlamıştı. Sayıklarken ağzından dökülenler belleğinde mevcut değildi. Tek hatırladığı kelimelerin dilinde genleşip yoğunlaştığı, çözündüklerinde ise pek mühim bir müzakerenin katılımcılarından biri formuna bürünüp sözlü bir ferman adına ant içtiğini duyumsadığıydı.

"Önce cesaretini kanıtlaman gerek."


Buraya getirilmişti. Bu, ilk aşamaydı. 

Ateşler pes bir tıs sesiyle kendi içine çekilip yok olduğunda Rahmonn yaşlı gözlerini açtı. Ağlamadığını söyleyecekti. Terlemişti sadece. Alnından boşanan terler gözlerine... Ağlamıştı. Az kalsın zavallı anneciğini anacaktı. Neredeydi şimdi o? Yolu cehennemle dün kesiştiğine göre bugün onu Merkophetamine’ın tavanından sarkıtıyor olmalıydılar. Yeni gelenlere böyle yaparlardı. Adı satamonnia lakabıyla nişanlanır ve acıyla beslenen tüm bu pisliklerin karanlık sırlarına vakıf olursa onu bu kokuşmuş diyardan uzaklaştırmayı başarabilirdi. Giriştiği bu hazin oyunun tek amacı buydu.

Rahmonn’u zincirlerden kurtardılar. Koca ellerini cılız kollarına dolayıp yerlerde sürüklediler önce, on dakikalık bir yol katettiler. Rahmonn’un gözleri yolculuk süresince sonuna değin açık, başı dikti. Çevrede süregelen vahşeti yakından gözlemleme fırsatı bulmuştu.

 Birini ateşlerle çevrili kanlı bir sedire yatırıp karnına leğen benzeri bir alet koymuşlardı, bu şey şeffaf olduğundan içini görebiliyordunuz. Orada bir sıçan vardı. Hapsolduğu dar alanda ziyafetini çekebileceği tek şey bu kıllı, geniş düzlük gibi görünüyordu. Deşiyordu bu yüzden. Dişleriyle deşiyordu adamın karnını. Bağırsakları dışarı çıkana değin devam edecekti buna, biliyordu Rahmonn. Yavaş, yavaş, çok yavaş. 


Başka bir tarafta yüksek bir falez, bir kadın, bir de erkek vardı. Kadının saçları, falezin tepesindeki düzlükte bulunan koca bir kayanın altına sıkıştırılmıştı. Bu saçlar en az beş metre uzunluğunda olmalıydı. Saçları aracılığıyla falezden aşağı sarkıyordu. Adam ise bir ayasından kadının alnına, diğer ayasından kendi alnına çivilenmişti. Böyle büyük cüsseli birinin havada asılı tutulabilmesi için kadına çakılan çivinin, kadının kafatasının yarısından fazlasını kaplayacak ölçüde bir derinliğe ulaşması gerektiği fikrini yürütebiliyordunuz. Kadının alnından boşanan kara kanlar adamın kollarını alacalamıştı. Adam ise, gözleri belerik, alnından akan kanları su gibi kana kana içiyordu. Burada ne su, ne yemek vardı. Düşündü, burası Nyarlathotep’in doğduğu yer olmalıydı.

En sonunda onu beş metrelik devasa bir yaratığın önüne attılar. Bu yaratık görünüşü itibariyle satamonnialardan oldukça farklıydı, onlardan üst menkıbede olduğunu burnundan soluyuş biçiminden dahi sezebiliyordunuz. Ay’dan daha beyazdı. Bakıldığında göze çarpan ilk şey koca karnıydı çünkü göbek deliğinin olması gereken yerde devasa bir göz vardı. Bacakları normal bir insanın sahip olduğu düşünülebilecek ortalama bacak boyuyla neredeyse aynıydı, boynu kırık gibi kavisliydi ve dört metreyi aşıyordu bu yüzden o koca göz bebeklerinin kendi korku dolu yansımanızı yahut satamonniaların kaçkın bakışlarını seyreyleme imkanını size sunuyor oluşunu bilmek irkilmenize sebep oluyordu. Göz kapaklarından uzanan kızıl, gür kirpikler yerleri süpürüyordu. Uçları kara ve pislikle doluydu. Kafasında bulunan organ niteliğindeki tek şey, dişsiz ağzının derinliklerindeki karanlığı gözler önüne seren hain bir sırıtışın çarpıttığı o koca ağızdı. Bir şeyler fısıldıyor, her tümcenin sonunda sivri diliyle dudaklarının kıvrımlarını yokluyordu. Rahmonn dehşete düşmüştü. 

Satamonnialardan biri, "O, Pharnia’j. Bedeninde mahpus aciz ruhunun ölümlülüğünü yiyecek." dedi.

Pharnia’j kollarını yukarı kaldırıp başının üzerinde birleştirdi. Satamonniaların boynuzlarının ortasında yer alan parlak, oval maddeler kıpırdaşmaya, kendi etraflarında hızla dönmeye başladı. Havalanıp Pharnia’j’ın iki elinin arasında toplaştılar. Bu sırada parlaklıkları gittikçe artıyor, bu tuhaf ayine tanık olanların yüzlerinin kör edici bir mavilikle ışımasına neden oluyordu. Rahmonn da, satamonnialar da gözlerini kısmıştı.


Pharnia’j’ın sesi artık duyulur tondaydı. Rahmonn’un duyduğu dehşet, yaratığın ağzından dökülenler kulağına çalındığında dizlerinin bağının çözülmesine neden olacak denli nüksetti. Bu ses tonunda, adı sanı işitilmemiş diyarların en karanlık dehlizlerine yuvalamış kötücül azaptan bir parça vardı. Can çekişen, çığlık atan, ağlayan varlıkların soluğunu taşıyordu bu ses. Rahmonn, anlamasa da, yaratığın kelimeleri telaffuz edişindeki tanrıtanımaz kudreti sezebiliyordu. Sesler gittikçe pesleşti, söylenenler vahşileşti. Rahmonn’un ayakları yerden kesildi. Her saniye biraz daha yükseliyordu. Bu sırada göğsü biri yüreğini aşırmaya çalışıyor gibi sancımaya başladı. Duyduğu acının haddi hesabı yoktu. Öyle ki bir noktada ikinci kez öleceğini düşündü. Ölümlülüğün insan ırkının en ağır yükü olduğunu bilmiyordu. Onu oradan, bedeninden, çekip almak çetin bir işti. En sonunda Rahmonn yere yığıldı. Beş dakikalık bir yüzüşün ardından su yüzeyine çıkan biri gibi nefes nefese kalmıştı. Onu yerde sürükleyerek Pharnia’j’ın huzurundan uzaklaştırdılar.  

Rahmonn o gün ve onu izleyen bir ay süresince türlü işkenceye maruz kaldı. Vakit geldiğinde dik duruşu ve cesaretini şatafatlı bir törenle kutladılar, adı satamonnia lakabıyla nişanlandı. Atladığı her aşamanın sonunda bedeni satamonnialarınkine daha bir benzemişti. Şimdi ise gerçek bir satamonniaydı.

Günler geçti. Çevrede korlar saçar gibi ışıyarak dönen gözleri fıldır fıldır annesini arıyordu.

Annesi haksız yere cehenneme sürgün edilmişti. Bir satamondu sebebi.


Alt tabakadan satamonnialara satamon deniyordu. Satamonlar cılız, işlevsiz, lakayıt, zevk düşkünü yaratıklardı. Çoğu adını tarihe dünyalı kadınların kendisine yahut servetine göz koyarak yazdırmıştı. Yuvalarından -insanların deyimiyle cehennemden, ezeldendir orada olanların deyimiyle Gawhannra’dan- ayrılıp insanların arasına karışırlardı. Ataları bin küsur yıl önce Gawhannra’nın duvarını kırmayı başarabilen rünleri çalmıştı. Bunu nasıl yaptıkları hala bilinmiyordu, sinsiydiler. İnsanların işlerine karışırdı satamonlar. Uzuvlarınızın kontrolünü yitirmenize sebep olurlardı. Sofrada kasenize biraz daha çorba koymak için uzandığınız tencereyi birden, gözleriniz fal taşı gibi açık, annenizin kafasına geçirmeye niyetlenmiş halde bulurdunuz kendinizi. Kulaklarınızı büyülerlerdi, dostlarınızın dediklerini yanlış anlardınız. Bazen en yanlış şeyler bir an için en doğru şey gibi gelirdi, aklınıza eseni yapardınız. Algınızı beş saniyeliğine değiştirirlerdi çünkü. Gawhannra’nın engin düzlüklerinde yetişen ağaçların bodur dallarına yuvalayan saphio adlı kuşların yumurtalarını aşırır, yürüdüğünüz yoldaki kaldırım taşları arasına iliştiriverirlerdi. Taşa benzeyen bu küçük şey görünümü itibariyle sizi cezbeder, evinize götürüp yatağınızın başucuna koyardınız onu. Rüyalar görürdünüz. Kötü rüyalar. Gawhannra’nın on dokuz farklı katında olup bitenler gelirdi gözlerinizin önüne. Saphiolar doğmak için korkudan beslenirlerdi. Yumurtaları kırılırdı, ölürdünüz. 

"Ölüm sebebi tespit edilemedi. Kalp krizi? Şüpheli."

"Eceliyle öldü." derlerdi. Başsağlıkları, hayat devam ediyor telkinleri, kendine dikkat et, sen sağsın gibi zırvalıklar.


Aşağılık bir satamonun teki Rahmonn’un annesine göz koymuştu. Çeşitli kılıklara bürünmüştü onu dikizlemek için. Gittiği marketteki kasiyer olmuştu mesela, para üstünü uzatırken kendisine göz kırpmıştı. Rüzgar olmuş, saçlarını okşayıp eteğini uçurmuştu. Sonra evlilik diye bir kelime çalınmıştı kulağına. Çiftler iki yüzük, iki imzayla aşklarının yüceliğini gözler önüne seriyordu. Bir de kanunlar meselesi vardı. Satamon insanca şeyleri anlamakta zorlanıyordu. 

Yine bir gün bir adamın bedenine geçti. Elinde bir demet Şam gülü, cebinde birinin parmağından aşırdığı bir yüzük, ayakta, eğilmeden, "Evlen benimle." dedi, içinde hafiften emrivaki bir tını taşıyan belli belirsiz bir incelikle. Gözlemlemişti, insanlar böyle yapıyordu.

"Sen kimsin?" dedi kadın. Süt almak için dışarı çıkmıştı. Adam sadece yoldan geçen bir yabancıydı kadın için. Satamon koşarak uzaklaştı oradan. İnsan bedenine adapte olamadığı için koşarken kollarını sallamıyor, topukları birbirine çarpıp durduğundan düşecek gibi oluyordu.


Yabancılardan gelen evlilik tekliflerinin ardı arkası bir hafta boyunca kesilmedi. 

Kadın her günün sonunda kendini eve atıyor, başını yastığına gömüp ağlıyordu. Rahmonn’a olanlardan bahsetti. Elinden bir şey gelmedi Rahmonn’un.

En sonunda bir gece, satamon kendini teşhir etti. Rahmonn evde yoktu. Kütüphanede tezi üzerinde çalışacaktı. Kadın sarhoştu.

 Satamonun kızıl bedenini kaplayan pullar odanın loşluğunda soluk parıltılar saçıyordu. Kuyruğu duvarları, eşyaları yalıyordu devamlı.

Uzun uzun anlattı sevgisini. Kadın korkmuştu, çığlıklar atıyordu bu arada.

 "Hayır!" diyordu. "Elbette hayır! Hayır! Ben bir canavarla niye... CANAVAR!" 

Satamon kızdı, yediremedi olanları. Köşedeki içki şişesini kendi dizinde kırıp kadının boğazına sapladı.

"Peşini bırakmayacağım!" diye haykırıyordu. 

Tanrının kulağına yalanlar fısıldadı. Koca evrenin tahtında oturan koca ahmak, kadim bir dilde diğer kadim tanrılarla istişareye girdi. Kaşlar çatıldı. İçerlenildi. Hemen sonra tokmaklar indirildi. Rahmonn’un annesinin hükmü infaz edilmişti, cehenneme sürgün edilecekti. 

Bilindiği üzere, sinsiydi satamonlar. Çok sinsiydiler.

 Birkaç saatin ardından eve dönen Rahmonn annesinin cesediyle karşılaştı. Kucakladı onu, ağladı. Aynı gece rüyasında acıyla çarpılmış mahzun çehresini gördü onun. Alevlerin içinden, "Rahmonn," diyordu. "Rahmonn, yanına kalmasın!" 

Rahmonn uykusundan uyandı. Küvete uzanıp jiletlerle işini halletti. 

Gözlerini açtığında buradaydı. Kadim tanrılar istişareye dahi girmemişti. Kendi canına kıyması cehenneme gitmesi için hepten bir sebepti.

Buraya geleli beri geçen iki ayın ardından ilk kez A’lmahria’da görmüştü annesini. A’lmaihra, Gawhannra’nın yedinci katıydı. Rahmonn derin çukurlara lav döküyordu. Günahkârlar baş aşağı bu çukurlara sokulacaktı. Arka arkaya dizilerek oluşturdukları uzun kuyruğun tepesinde som korkunun özütünden dokunmuş kara dumanlar bel veriyordu. Burada korkunun her türü elle tutulur formdaydı.


 Annesini tanıyamadı başta. Avurtları çökmüş, kadidi çıkmıştı. Her şeyden önce, bedeni fildişinden grinin pek nahoş bir tonuna evrilmişti. Derisi pul pul dökülüyordu. Türlü yerindeki yarık ve yanıklar ne vakit sızlasa acıyla yüzünü buruşturmadan edemiyordu. Bu bok çukurunda çul çürüten herkes gibi çektiği türlü ızdırap ruhuna da yansımış, duyarsız biri olup çıkmıştı. Satamonnialar mızraklarının ucuyla dürtüyordu kolunu başını, tepki vermiyor, yapmaya odaklandığı tek şey sıranın kendisine geleceği anı takatsizce kollamak olduğundan boş bakışlarını sürdürmekle yetiniyordu yalnızca.

Yanına koştu. Ellerini uzatıp sarılacak oldu ona, kadın irkilip çığlıklar atmaya başlayınca geri çekildi. Bir satamonnia olduğu gerçeği, onu gördüğünde kanatlanan kalbiyle birlikte su dibine batmıştı. Omuzlarından tutup delice sarstı ardından, "Anne," diye fısıldadı. "seni almaya geldim." 

Kadının yüzü buruşup çeşitli biçimlere büründü. Tiksintiyle bakıyordu Rahmonn’un artık bir insandan farksız olan suratına. Sonra anlamlandıramadığı bir şey ya da bir şeyler kendisini etkilemiş olacak ki, bakışları belki, bir an için hatları yumuşar gibi oldu. Bu sırada Rahmonn’un burun deliklerinden gözlerine değin uzanan derin yarıkta barınan böcek-kertenkelevari yaratıklardan biri kadının yüzüne atladı. Kadın omuzlarını silkeleyip Rahmonn’un ellerini def etti oradan ardından, çığlıklarını sürdürdü. Birkaç satamonnia onlara bakıp kahkaha atıyordu. Biri mızrağını firlattı Rahmonn’a. Rahmonn tuttu. 

"Parçala!" dediler hep bir ağızdan. Kadın hızla kaçmaya başladı.

 Rahmonn arkasından bağırdı.

"Sen öldükten sonra rüyamda gördüm seni. Yardım dileniyordun, kendimi öldürdüm! Onlardan biri olursam bu pis diyarın karanlık sırlarına vakıf olur ve seni buradan çıkarabilirim diye düşünmüştüm! Buraya geleli beri türlü işkenceye maruz kaldım, daha da mühim tarafı yüzlerine gülüp haince yarenlik ettim satamonnialara. Onlar gibiyim artık. Onların kılığında, onlar gibi kadim tanrıların emriyle günahkârlara acı çektiren, pis, adi, kokuşmuş!"

Daha çok bağırıyordu şimdi.

"Gözlerim aylarca seni aradı. Gawhannra’nın tüm katlarını belleğime kazıdım. Orada olup bitenler bir noktadan sonra midemi dahi bulandırmamaya başladı, inanır mısın? O denli alıştım bu adiliğe. Yalnızca bedenimi hırpalamadılar, sömürülen bir ruh vardı ortada. Her şeyimi elimden aldılar. Tek amacım," dedi. "seni bu kokuşmuş çukurdan çıkarmaktı. Ben onlar gibi değilim."

Kadın, "İnanmıyorum sana, ADİ! ADİ!” diye haykırıyordu.

Duydukları karşısında deliren satamonnialar mızraklarını hınçla Rahmonn’a fırlatmaya başladılar.

 Gawhannra’da ölümün munis soluğu yüzünüzü asla nemlendiremeyeceği için buz kesmiş, korkmuş halde beklerdiniz sadece. Acıyı, ardı arkası kesilmeyen, ezeldendir böyle süregelen ve sonsuza değin böyle sürecek olan acıyı beklerdiniz. Bir noktadan sonra bu çekilmez ızdırabı en som haliyle deneyimleyen güruhun tamamı birer bağımlıya evriliyordu.

"Acı, acı, daha ve daha!" 

Satamonnialar işlerini geciktirdiklerinde kendilerinden geçiyor, yüzlerini tokatlıyor, bedenlerini kırbaçlıyor ve histerik kahkahalara boğuluyorlardı. Rahmonn da, satamonnialar üzerine çullandığında delice kahkahalar atmaya başladı. Siper almamıştı. Kurtuluş yoktu.

Büyük çaplı mahkemenin ardından satamonnialığını elinden aldılar. Gawhannra’nın on dokuzuncu katına gönderilmesi uygun görüldü. Kimsenin yolu daha önce buraya düşmemişti. Buraya Dünya adı veriliyordu. On sekizinci katın duvarını aşmak için kişinin ölmesi icap ediyordu. Gawhannra’da ölmek, Dünya’da dirilmek demekti.

Dünya sarsıldı. Rahmonn’u peygamber ilan ettiler. Rahmonn içindeki cehennemden ölene dek kurtulamadı. 

"Gawhannra’ya" diyordu. "kurban olayım."

Ölüp tekrar cehenneme düştüğünde ise kollarını kendi bedenine dolayıp övünç gözyaşları döktü. 

"Eski dostum," dedi. "Acı. Daha ve DAHA!"

Annesiyle bir daha hiç karşılaşamadı.



Ve sonra, Tanrı, kendine doksan dokuz isim adadı

Bin yılın ardından, vicdan doğduğunda, acı yaratıldı ve

Denildi ki, yüz sayısı hem vicdanın, hem acının akranıdır

Ve sen, dudaklardan boşanan ayetlerle düşünü ışıttığın Rabb’ini, 

Övüncünle katlettiğinde

Bil ki payidar kalan tek şey, acı olacak

Acı, ezeldendir kükrer, vicdanın adını sayıklayarak.