Cevaplarını kontrol etmek için cevap anahtarını pek bir ilgisizce eline aldı yeniden. Aklı, sorulara verdiği cevaplarda değildi. İçini kemiren onlarca düşünce, cevap bekleyen bir o kadar da soru, nicedir yakasını bırakmamıştı.


Yaşı yirmi dört olmuştu ve o yine bir üniversite macerasına atılmaya niyetlenmişti. Daha önceki yanlış kararları geçti gözünün önünden. Bu kez öyle olmayacaktı. Hayat akıp giderken o seyirci kalmayacak, gönlünde yatan dünyanın kapılarını aralayacaktı. Herkese ve her şeye rağmen "En azından denedim." diyecek cesareti bulmak için çabalıyordu.

Bu esnada çoğu zaman olduğu gibi, gönlünün aydınlığına kara bulutların seferi vardı. Bir yandan akranları geliyordu aklına. Kimisi bir işin ucundan tutmuş, evlenip çoluk çocuğa karışmış, ailelerine torun sevincini sunmuştu. Kimisi de başarılı ticari atılımlarda bulunmuş, geleceğini şimdiden garanti altına almıştı. Onunsa bir dikili ağacı, bir tutar dalı bile yoktu.


Bir yandan da memleketin hâli ortadaydı. Elinde kalan yegâne varlığı olan umudu da ellerinden kayıp gidiyor, o sanki en sevdiğini alıp giden bir trenin ardından dumanını seyrediyordu. Zihnini saran bu kara dumanlar göğsünü sıkıştırıyor, yolunu kaybeden bir çocuğun çaresizliği içinde bırakıyordu onu. Kendi derdine mi düşmeli, yoksa heba edilen emeklere mi yanmalıydı, geri gelemeyecek olan gidenlere mi? Binbir çiçekli bir bahçeyi çamurlu çizmeleriyle talan eden hoyrat adamların zamanıydı bu zamanlar. Sesine doyulmayan bülbülün etini dişlemek isteyen adamların… Gireceği sınavın ne ilk ne de son sınav olmayacağı kesindi. Esas sınavı bunca bulanıklığın içinde her şeye rağmen insan kalmaya çalışarak verecekti.


Nereye gitmeli, ne yapmalıydı?


Radyodan gelen sese kulağı takıldı:

“Ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor,

Devâsı yok garip gönlüm günden güne eriyor.’’


Düşündü. Harmanını yel almış bir çiftçi gibi, menzile varamadan yolda kalmış bir yolcu gibi düşündü. Düşüncelere boğulmuş, düşünmekten yorulmuştu. Yine elleri boştu.


Cevap anahtarını bir kenara koydu. O esnada gözü edebiyat sorularından birisinin arasına sıkıştırılmış birkaç dizeye takıldı.

“Öyle yıkma kendini,

öyle mahzun, öyle garip…

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,

Namuslu, genç ellerinle.’’

Doğrusu büyük şairdi bunları diyen, büyük insan!


Bu derde ondan önce de düşenler vardı, ondan sonra da düşenler olmayacak mıydı? Neydi bu hâli, hakkı var mıydı yılgınlığa?


Varsın bahçeler talan edilsin. Tabiat böylesine cömertken kim engel olabilirdi yeniden tohumlar ekmeye? Namuslu yüreklerden fışkıran hangi ses sonsuza kadar kısılabilirdi?


Tek derdi dünyayı talan etmek olanlara karşı o güzelliklerden payını almaya, dünyaya bir parça güzellik katmaya çalışacaktı. Cevabını bulmuştu.