1- SORU 

 

 

Uzaklardan gelenin apaçık gördüğü; köyün, köylünün işareti olmuş koca kavak ağacının yamacında oturuyordu Fatime. Maviye doğru incelerek uzanan ağacın her bir tarafına küçük, rengarenk ipekten eşarp parçaları takılmıştı. Yeşilin birbirinden farklı tonları bu sebepten kapanmak üzereydi. Fatime de hep kızıyordu; ağaç, hâşâ Allah mıydı ki, ondan medet umuluyordu. Olmazdı. Olamazdı. 

 

Kendisi de adet yerini bulsun diye, on altı yaşına basan her körpe kız gibi istemeye istemeye, zorla en sevdiği gül desenli şalından bir parça kesip asmıştı. Dileksiz. 

 

Karşısındaydı ağacın, yamacında. Rüzgarın ağaca hafif dokunuşundan dolayı çıkan yaprak sesleri Fatime’yi mest ediyordu. Dalıyor, düşünüyor bir daha dalıyordu. Sonra birden aklına Davut geliyor, umutlanıyor, içi sıcacık oluyordu. Tam bu anlarda içindeki sıcaklığın sönmemesi için gözlerini açmıyor, böyle uzun uzun; siyah saçları rüzgardan savrulurken ince kaşlı, narin yüzü tebessüm halinde kalıyordu. Seviyordu. Seviliyordu. 

 

Fatime bir çıtırdı sesi duydu. Gözlerini açıp gelenin Davut olmasını diledi. Oydu. Güneşin parlattığı sarı bıyığıyla ışık saçarak, sevinç içinde yürüyordu. 

 

Birbirine koştular, etrafına bakmadan, köylü görür diye umursamadan sıkıca sarıldılar. 

 

“Özledim. Vallahi de çok özledim.”

 

Elleri Davut’un sarı saçlarındaydı. Okşuyordu. Ana şefkati gibi. 

 

“Bende gız bende! Şu koca ağaca yemin olsun ki!”

 

“Şşt! Ağaca yemin edilmez. Gandırma beni.” 

 

Gülüştüler. Beyaza bürünmüş dişler göründü. Bir daha sarıldılar. 

 

Güneş Akdeniz’in meyvelerine benzer halde batmaya başlarken köye doğru yürüyorlardı. Davut heyecanlıydı, içi içine sığmıyordu. Bir serçenin uzunca uçtuktan sonra nasıl ki ciğeri hiç durmadan şişip durur, Davut’ta birazdan Fatime’ye edeceği tekliften dolayı kalbi göğsünden çıkacakmışçasına bir serçe gibi sürekli atıp duruyordu. 

 

Çakıl dolu, biçimsiz yolda konuşmadan yürümeleri Davut’u daha çok geriyordu. İstiyordu ki, Fatime konuşsun, her zamanki gibi ağaçtan, ağacın aklına düşürdüğü hayallerden söz etsin. Yengesinin kendisine ettiklerini anlatsın. Ama yok, susuyordu. Sanki içindekini biliyormuş da o yüzden konuşmuyordu. 

 

Küçükken tanıştıkları, buzdan soğuk olan derenin kenarına gelince durdu Davut. Davut’la beraber serçelerde durdu, derenin yamacına kondu. Ağzını açtı da bir şey demeden kapadı. Durdu, düşündü. Kendisine bakıp gülümseyen Fatimeye baktı. 

 

“Fatime be!”

“Söyle Davut, durma öyle.”

 

Karşılıklı, heyecan içinde bakışıp durdular.

 

“Ben kararımı verdim,” dedi. Yutkundu. “Çoktan verdiydim de şimdi söylemem icap etti. Fikir aldım, konuştum öyle karar verdim,” dedi. Fatime’ye bakıyordu.

 

“Çatlatırsın sen insanı! Söyle hele, geveleme.”

 

“Doğru zaman geldi,” dedi. Başını ağır ağır kaldırdı. Biraz daha Fatime’ye yanaştı. Dip dibeydiler. “Ben seninle evlenmek istiyorum. Bana varırsın değil mi?”

 

Fatime anlamıştı bir şeyler olacağını, zaten uzun zamandır da bekliyordu can alıcı soruyu. Yâr olduklarını köyde duymayan etmeyen canlı kalmamıştı. Naz etmek istedi. Nazlandı. Güldü. Davut’un elinden kurtularak çiçekli entarisi bir yana savrularak koşa koşa köye vardı. Kuşlarla beraber…

 

Fatime hiç duraksamadan, domates kurutan anasına dahi bakmadan odasına koştu. Kapanan tahta kapının ardına başını koydu. Mutluydu. Kalbi bir başka atıyordu. Akşama olana dek böylece düşüncelere dalıp kendinden geçip durdu. 

 

 

                             * * * 

 

Sabah güneşi keskin sıcaklığıyla köylüleri uyandırıp herkesin işe koyulmasını sağlamıştı. Öyle ki, Fatime bile dünkü sarhoşluğunu unutmuş gergin bir şekilde yünleri çırpıyordu. O sırada yan komşusu Cevher, Fatime’ye el etti, görmeyince seslendi. Gelenleri işaret etti.

 

Kaymakamın oğlu Vahit yanındaki üç akran arkadaşlarıyla salına salına geliyordu. Kimi köylü el pençe durup selam veriyor, kimisi yüzüne dahi bakmıyordu. Yüzüne bakmayanlar biliyorlardı ki, kaymakam oğlu Vahit uçkuruna düşüktü. Namus nedir bilmez, kendisine göz edenle istediğini yapar, rest çekene ise zoraki yanaşırdı. İstediğini elde edene kadar da durmaz, çarpık dişleriyle insanı sinir edecek şekilde gülerdi. 

 

 

Vahit sanıyordu ki, babasının konumundan dolayı herkes ona hayrandı. Babası kravatlı diye istediğini istediği anda alırdı. Öyle sanıyordu. Öyle yaşamıştı. 

 

Fatimeye doğdu yürüyordu Vahit. Fatime ise geldiğini görüyor ama hiç oralı gözükmemeye gayret ediyordu. Fatime’nin anası Billur Ana, Vahitin niyetini biliyor ve bildiğinden korkuyordu. Oğlanı istemeye istemeye karşıladı ama buyur etmedi. Ayak üstü konuştuktan sonra oradan dereye doğru geçtiler. Ardından bakanlar sağlamca küfürler ediyor, derin ahlar çekiyordu. 

 

Akşam ince bir çizgi halinde peşinden karanlığı getirdiğinde rüzgar insanoğlunu sarhoş edecek seviyedeydi. Çekirgeler birbiriyle yarışıyormuş gibi ötüp duruyor, yerdeki çalılar ise hafifçe kendi kendine yürüyordu.

 

Fatime işlerini bitirip eve girmeden önce kuyudan su çekmeye giderken birden önüne Vahit ve akranları çıktı. Tehlikesiz gibi durmaları yarı sarhoş olmalarından dolayı bozuluyordu. Fatime yürümek istedi. Vahit durdurdu;

 

“Yav bi selam bile yok mu?”

“…”

“Kara kaşlım, güzelim bir selam be!”

“Bırak geçeyim Vahit Ağa! Evden beklerler. Yaptığında doğru değildir.”

 

Vahit ve arkadaşları kahkahaya boğuldular. Bu gülüş onların her şeye hakkı olduğunu düşündürse de Fatime’ye iğrenç geldi. Hızlıca geçecekken Vahit kolundan yakaladı.

 

“Bak yav! O güzel burnu ne güzel de soluyor. Ne o! Kızdın mı bana güzelim? İstersen de gündüz geleyim.”

 

Bir daha gülüştüler. Kinli. 

 

“Bırak Vahit Abi, çek elini üzerimden!”

 

Vahit karşı koyulmaya pek alışık olmayınca delirdi. Biraz daha kendisine çekti. 

 

“Şşt! Bağırma be!” Diğer eliyor saçını düzeltti. Dudaklarını yaladı. İçinde bir şeyler canlanıyordu. İçini kemiren soruyu sakince sordu:

 

“Bu akşam, aha da şu derenin kenarında… kimse de görmez he?”

 

Fatime tüm kuvvetiyle bir tokat savurdu. Elindeki kovayı ani bir hareketle Vahitin kafasına geçirdi. 

 

Fatime can havliyle koşuştururken Vahit ve akranları kızın arkasından bakarak kahkaha atıyor, sarhoşluğunda getirmiş olduğu yarı baygınlıkla yere düşüp kalkıyor sonra bir daha düşüyorlardı. 

 

Onlar sanıyorlardı ki, her şey kendileri için vardı. Tüm köylüler ona hizmet etmeliydi. Onun için yaşamalıydı. Onun için!

 




Devam edecek…


Fotoğraf: Esra Kozan