2- Sorgu
Gün aydınlanmaya yakınken sabah namazından çıkan cemaat, imamın her zamanki yanık sesiyle okuduğu selâyı dinliyordu. Ses ince ve uzun minareden köye, köyden kavak ağacına, ağacın yapraklarından yol gibi dümdüz ovaya yankılanıyordu. Öyle ki, ses gidip geliyor sonra başka bir köyden yeniden okunmuşçasına duyuluyordu. Ses ovanın en ucundaki Abadağ’ına usulcana ulaşıyor ve orada sabit kalıyordu. Ses adeta dağın yamacına sakince, soluklanarak oturuyordu.
Öğlene doğru gölgesi ayaklarının ucunda olan kahvedeki yaşlılar, tarladaki terli ırgatlar, su başındaki körpe kızlar öğrendi ki, kasabanın diğer köylerinde de aynı selâ verilmişti. Soruldu, soruşturuldu ve haber köyün ortasına bir yıldırım gibi düştü.
Ölen devletin adamı olan Kaymakamın oğlu, uçkuru düşük Vahit’ti.
Köylü haberi duyunca uzunca bir süre hay huy içinde kalmış, ölüm sessizliğine bürünmüştü. Komşular işlerine ara vererek birbirlerinin evlere gidiyor, çocuklar ise her şeyi şaşkınlık içinde ölümün hissettirdiği korkuyla beraber dinliyordu.
Herkes sessizce konuşuyor, fısıldaşıyordu. Ağaçtaki serçeler köylülere uyum sağlayarak kımıldamıyor, kovuklarında tünüyorlardı. Karıncalar emeklerini kenara bırakıp çalışmaya ara vermiş, yılanlar ise tehlikeli dilleriyle gizlerine sokulmuşlardı.
Herkes, başta Fatime’nin anası bir kişiden şüpheleniyordu. Şüphelenmiyor, adı gibi iyi biliyordu.
Herkes dudağını mühürleyerek gözleriyle anlaşıyor, anlatıyordu.
* * *
Vahit’in Fatime’yi sıkıştırıp ettiği çirkin teklif tüm köyde duyulmuş en sonunda da saklı tutulmaya çalışılmasına rağmen Davud’un kulağına gitmişti.
Davud haberi duyunca ne yapmıştı, nasıl etmişti de yağız atıyla Fatime’ye hemencecik ulaşmıştı kendisi dahil hiçbir canlı bilmiyordu. Vardığında burnundan, ağzından, kulağından vücudunun her yerinden delice soluyor, ince ince terlemesinden ve kabaran öfkesinden dolayı titriyordu.
Davud bizzat Fatime’nin ağzından hemencecik konuyu öğrendi. İkisinin de elleri titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Davud, Fatime’nin yalvarışlarına kulak asmadan yüreği hop edip duruyor, sonra duyulmamış yeminler ediyordu. Namus adına ant içiyordu!
Kendisi gibi soluyan kara gözlü atına atladı. Kimseye bir şeycik demeden, önde öfkesi ardında kendisi tez yola koyuldu.
* * *
Günler tüm yavaşlığıyla birbirini takip ederken Fatime her gün Davud’la buluşma yeri olan Kavak ağacına gidiyor, Davud gelmeyince aklından geçenlerden korkuyordu. Ağaca yaslanarak gencecik yaşında başına gelenlere üzülerek ahlar çekiyor, ağlıyordu. Oysa ne güzel sevilmişti, nasıl da içten sevmişti. Yaşamıştı adeta!
Köylüye yavaş gelen günler Davud’a ise hızlı geliyordu. İşini en erken nasıl bitirecekti, ne şekilde Vahit’i sıkıştıracaktı, hepsini öfkeli haline rağmen ince ince tartmış, planlamış ve düşünmüştü. Gözünü karartmıştı!
Davud, uçkuru düşük, kaymakam oğlu Vahit’in hangi kahvede çakır keyif sürdüğünü kendi akranlarının sohbeti esnasında duymuş, kendi gözleriyle de öncesinde görmüştü.
Köy akşam saatlerinin derin ıssızlığına bürünmüşken kahveye doğru atını ağır ağır sürdü. Atı da sanki sahibini anlıyormuşcasına adımını sessizce atıyor, kişnemiyordu. Yaklaştığında gördü ki, düşündüğü kahvedeydi. Vahit’i gördü. Nefreti kabardı. Gözlerinin önünden Fatime’nin masum yüzü yıldırım gibi geçti. Atından atlayarak elindeki fişek dolu tüfekle ağır ağır içeri girip kimse farkına varmadan namluyu Vahit’in yüzüne doğrulttu.
Yüreği göğsüne sert vuruyordu. Kalbi birazdan olacaklardan dolayı hızlı atıyordu.
Kaşlarını çattı. Sert sesini bastırarak Vahit’e döndü.
“Vahit! Bre uçkuru düşük Vahit! “ diye insanın yüreğine korku düşürürcesine bağırdı. “Sen namussuzsun, namusluya el uzatırsın. Kirlisin, hiç temiz yaşamamışsın. Pislik içindesin, hiç helal kazanmamışsın! Bu dünya kıravatlı babana da sana da fazladır. Yaptıklarının… “ dedi. Sesi titredi. “Fatime’ye yaptıklarının bedeli ise canındır,” dedi. Üç el ateş, üç gök gürültülü bir ses duyuldu. Ortalık barut kokusuna hapsolup çığlıklar ve bağrışmalardan sonraki sessizliğin ardından başını kaldıranlar gördüler ki, Vahit’in kanlar içindeki başı oyun taşlarınının üzerine cansız bir şekilde uzanmıştı. Gözü açıktı, yolu gözler gibiydi. Ağzı açıktı, hâlâ söyleyecek bir şeyleri var gibiydi.
* * *
Gün aydığında güneş tüm memlekete kızmışcasına yanıyorken Kaymakam tüm kolluk kuvvetlerini çabucak olaya dahil etmiş, savcıları bizzat kendisi görevlendirmişti.
Vahit’in arkadaşları cenaze esnasında Kaymakama yanaşarak öfkeli fısıltılarla cinayetin kimin, neden işleyebileceğini bir bir, bire bin katarak anlattı.
Ağızlarda, dillerde, havada, suda tek isim söyleniyor, tek isim duyuluyordu;
“Davud! Davud! Davud!”
Cenazenin kaldırılıp toprağa gömüldüğü günün akşamında şehrin tüm jandarma ekipleri köye baskına gelmişti. Tepeden bakılsa sanılırdı ki, aşağısı savaş alanına dönüşmüştür. Yangın yeridir.
Jandarmalar evleri didik didik ararken en özel ekip Fatimelere geçmişti. Fatimeyi yaka paça kimsenin olmadığı ahıra aldılar. Üç jandarma da Fatimeyi ıstıraplı bir sorguya almışlardı. Onlar soruyor Fatime cevap veriyor, azıcık gecikse sertçe küfürler duyuyordu. Sorgudaydı da sanki, o yüzden sıkıştırılıyordu.
Fatime, Davud’un nerede olduğunu ah bir bilse! Ah bilse, kendisi sessiz sedasız ona gidip yanında olmaz mıydı? Can sıkıcı, yalnızlık kokan günlerde yamacında durmaz mıydı? Güneşin parlattığı sarı bıyığını, yanağını okşamaz mıydı? Ah bi bilse…
Jandarmalar Fatime’nin cevaplarını anlamamakta ısrar ediyordu. Üç jandarmanın üçü de sürekli sorular sorarak Fatimeti bunaltıyor, yalanlar söyleyerek, korkutarak Davud’un yerini öğrenmeye çalışıyorlardı.
Jandarmalar Fatimeyle sorgusunu bitirip ahırdan çıktığında Fatime hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Öyle ağır şeyler işitmişti ki, ihtimal ömrü boyunca bu kadar ağır olanları duyamazdı. İçi bir tuhaftı Fatime’nin, anlamsız bir şekilde hem korkuyor hem de bir hafif hissediyordu kendisini. Biliyordu ki; Davud akıllı adamdır, kendisini ele vermez. Davud cengaver bir adamdır olmadık yere yârini yalnız bırakıp teslim olmaz. Söz vermişti, sözünü almıştı ve sözünü tutacaktı. İnanıyordu. Hep inanmıştı.
Fatime dışarıdan gelen sese kulak verdiğinde az evvel kendisini sorguya alanların en çok konuşanı, en çok yıldızlı olanı köylüye hitap ediyordu. Vahit’in kimin oğlu olduğunu, Vahit’in nasıl öldürüldüğünü, kimin ne şekilde cinayeti işlediğini bas bas bağırarak Davud’u görenlerin ivedi bir şekilde karakola haber vermeleri komutan tarafından tembih ediliyordu.
Köylü kadınlar tülbentlerini gözlerine kadar çekmiş, ağızları hayretler içinde açık kalmış dinlerken, koca adamlar kaşları çatık halde ayakta dikilmişken köyün berisindeki Kavak ağacının ardında bir çift mavi göz incecik bakışlarıyla köyü, köylüye doğru konuşan rütbelileri keskin bakışlarıyla gözetliyordu.
“Gün,” diyordu içinden “Gün hele bir karanlığa kavuşsun! Hele bir kavuşsun…İşte o vakit sana geleceğim Fatime’m! İşte o vakit geleceğim. Biliyorum, bekliyorsun. Bekliyorsun… Geleceğim…
Devam edecek…