"İnsan sosyalleştiği ölçüde mi yaşadığını hissediyor acaba?" diye düşünürüm zaman zaman. Sosyalliğimin yukarılarda ya da normalin altında olduğu dönemlerde geliyor bu düşünce daha çok. Sosyal olmanın, diğer türdeşlerimizle bir arada ve birlikte yaşamanın doğal bir zorunluluğumuz değil; buna, sosyalleşmeye "meyilli" varlıklar olduğumuzu söyleyen filozoflara yakın hissediyorum bu konuda kendimi. Evrimsel süreçte kabileler halinde ayakta kalmaya başladık ve öyle devam ettik fakat, teorik olarak da olsa tek başımıza hayatta kalabiliriz pek âlâ. Buradan sonrası psikolojik faktörlerle şekilleniyor belli ki, tabii onları da oluşturan yine evrimsel getirilerimiz var.


Aristoteles, bizi "zoon politikon" olarak tanımlandığından beri iddiası gücünden bir şey kaybetmedi anladığım kadarıyla. Ancak dediğim gibi, teorik olarak da olsa -hatta birkaç istisnai örnek var kanıt oluşturabilen- bir başımıza devam ettirebiliyoruz hayatta kalmayı. Asıl önemi ne peki bu iddiasının? Sosyal hayatta mutluluk ve iyi yaşam gerçekleştirilebilir gibi bir çıkarımı oldu buraları kurcaladığında. Herhalde buna katılmayanlar yine epeyce istisnadır bugüne kadar. Hayattan, toplumsal ilişkilerden bıkan ve olabildiğince uzak kalmayı tercih edenlerin bireysel koşullarında aramalıyız sanırım onları buraya iten etkenleri. Asıl önem, dedik. Toplumsal bir hayvan olarak insan, sosyal hayata katılmalı, bu sosyal hayata katılımı politik hayata katılmak olarak da göstermeli, üstüne sorumluluk alıp bunları yerine getirmeli şüphesiz. Buna dahil olup sorumluluk almak bile bizzat sorumluluğun kendisi...


Rousseau, gerçek iyi sosyal hayatın, doğal özgürlüğü koruyan bir toplumsal düzenle mümkün olabileceğini anlattı bir anlamda. Locke ile örtüşen tarafları ve üstüne koydukları, bağımsız olarak konu üzerine anlatıları, yine politik hayata ve pozitif korelasyonla sosyal hayata katılmamızı teşvik eden ifadeleri beni heyecanlandırır. Evet, sosyal hayata katılmak bu kadar önemli bir iş... Tabii katlanılır olmadığı anlar, hatta dönemler olmuyor değil insan yaşamında. Buralar sıkıntılı... Bir sınırda duracak mıyız? Sosyalleşmenin belli bir ölçüsü, ayarı, diğerleriyle aramızdaki mesafenin belli bir standardı olacak mı? Bunlara kendimiz bireysel yaşantılarımıza göre mi karar vereceğiz, yoksa evrensel olabilecek ilkelere mi tâbi kalmaya çalışacağız? Peki evrensel ilkelerin peşinde olmayı zihnimize mıhlayan Kant'ın sosyal hayattan görece uzak kalma tercihi? Onu toplumsal, politik ahlâkî sorumluluklarından belli ölçüde kaçmış bir insan mı yapıyor? Çok fazla acımasız olur bu yaklaşım değil mi?


Foucault, "disiplin toplumu", "biyopolitika" kavramlarını, toplumsal hayatın birey üzerindeki denetim ve kontrolünü analiz ederken sosyal hayattaki insanın "maruz kaldıklarını" da gözler önüne serdi elbette. Bundan kaçmanın bir yolu var mı peki? Ne kadar imkansıza yakın olduğunu anlattı bizlere... Ancak bu maruz kalmalarla birlikte, en azından en düşük seviyede zararla buraları idare etmenin yolu da elbette yine kendisinin de Aristoteles gibi, Rousseau gibi ifade ettiği üzere politik hayata katılmak... Politikanın bize etkilerini olumlu yönde değiştirebilmek ya da sağlıklı tutabilmek için ondan başka başvurabileceğimiz bir faaliyet alanı yok. İster teorik düzlemlerde olsun ister pratik, yolu yok, dahil olacağız. Özellikle de sanat gibi, bilim gibi faaliyetlere yeterince zaman ayırabilecek konfora ulaşmış toplumlarda sürmüyorsak hayatımızı... Neyse ki, üçüncü nesil kahve bardağımızla sosyal hayata katılabilir ya da "sosyal" medyada bir story paylaşarak hem sosyal hayatımızın hem de politik bilincimizin ne kadar iyi olduğunu cümle aleme ispatlayabiliriz, hatta daha da ileri gidip birkaç senede bir oy bile kullanabiliriz de bunca zahmete girmek zorunda kalmayız...