Konuşan: Hatice Aktepe 

Benim Kapalıçarşı romanıyla tanıdığım daha sonra dünya edebiyatından yaptığı çevirilerle, çevirmen tarafını da keşfettiğimiz hatta Benden’iz James Joyce romanıyla da James Joyce'u günümüz dünyasında, aramızda dolaştıran bir isim Fuat Sevimay. 

İthaki Yayınları'ndan çıkan Gör Bağır adlı öykü kitabı kendisinin öykücülüğüyle tanıştığım ilk kitabı oldu. Birbirinden bağımsız dokuz öykünün yer aldığı kitabın genel çerçevesi günümüzün insanlık hallerinden manzaralar sunuyor. Ortak motifi; duyarsızlaşan, akıl ve vicdandan gittikçe uzaklaşan insan ve bunun kitlesel bir tepkisizliğe dönüşü. 

Bu sebeple, belki edebiyatın harekete geçirebilme gücünden medet umarak Gör Bağır diyordur yazarımız. Kitabı okuyanlar kendilerince bir değerlendirme yapacaktır. Daha fazla uzatmadan ben de birkaç soru ve yorumla yazarın dünyasına tekrar dalmak isteği duydum. Kitaba dair konuşalım istedim. İyi okumalar. 


H.A: İki romanınızı okumuş birisi olarak (Kapalıçarşı-Benden'iz James Joyce) 

Gör Bağır, öykücü yanınızla tanıştığım kitap oldu. 

Hissedilir derecede insanı ve insana dair meseleleri kendisine dert etmiş bir yazarın öykülerini okuduğumu düşünüyorum. Öykülere dair okurlardan genel anlamda nasıl yorumlar geliyor?


F.S: “İnsana dair” ifadesi için çok teşekkürler çünkü derdim tam da bu. Okurlardan, çok şükür, çok olumlu, yüreklendirici geri dönüşler aldım. Farklı okurların farklı öyküleri sahiplenmesi de mutlu etti çünkü dili, konuları, kişileri değişik yollardan yürütmeyi seven bir yazarım. Bu açıdan her öykünün bir şekilde yerini bulması hoş.


H.A: Günümüz öykü anlayışı belli bir tekniğin ve soyut anlatımın yoğunluk kazandığı, hayata karşı anlamsızlığı sürekli yineleyen ve okura neredeyse hiçbir şey anlatmayan metinlere dönüşmüş gibi. Temel iddiası da bu: anlatmamak (Biraz halisünasyon görmek gibi ya da sürekli yazarın bilinçaltında gezinmek gibi geliyor bana) Toplumcu gerçekçi eğilimden ya da klasik anlatıdan bir kaçış var sanki.

Sizin öyküleriniz (birkaç öykü dışında) bu anlamda daha ayağı yere basan, hayatın içinden ve kolay anlaşılır. Sizin günümüz öyküsü ve öykücüye bakışınız nedir?


F.S: Tespitiniz çok yerinde. Anlatmamak marifet gibi sunuluyor, oysa bana göre bunun marifet maskesinin ardına saklanması daha ziyade anlatamamaktan kaynaklı. Yani, madem anlatamıyorum, doğru düzgün bir öykü evreni kuramıyorum ama bir yandan da illaki yazar olacağım, o halde -mış gibi yapan, bunalımlı, kapalı, ne dediği ve neyi dert edindiği belirsiz öyküler yazayım ki oradan yürürüm belki, diyen isimler söz konusu. Biraz abartarak tanımlasam da ben kimi öykü kitaplarının tanımını bu şekilde görüyorum.

Öte yanda çok sıkı öyküler de yazılıyor. Yanlış olmasın; anlaşılmamak ile anlamı bile isteye gizlemek birbirinden farklı şeyler. Özünde ben, topluma değen, aramızdaki insanların metninin peşindeyim. Önce hayat, önce insan, önce anlam. Varoluşa ya da olamayışa sonra bir ara bakarız.


H.A: Çok klasik bir soru olacak ama hem roman hem de öykü yazan bir yazar olarak ikisi arasındaki farkı genel çerçevede verilen cevaplar dışında daha öznel-özel bir değerlendirmeyle bize anlatır mısınız? Bu konuda yapılan genel açıklamalar çok açıklayıcı, tatmin edici olmuyor. Çoğunlukla cevaplar geçiştirme oluyor. 


F.S: Benim anladığım kadarıyla (belki de yanlış anlamışımdır, bilmiyorum), öykü ana odaklanır. Alt metinde o anı yaratan koşulları görürüz ama olay örgüsü anlar bütünüdür. Roman ise dönüşümleri daha kapsamlı ele alabilen türdür. Şöyle yanlış iki değerlendirme de bolca dile geliyor; kısa ise öyküdür, uzun ise roman. Mevzu tam böyle değil. İkincisi; zaman dilimi kısa ise öyküdür, uzunsa romandır. Ulysses oldukça kısa bir zamanda, tek günde geçiyor ama roman türünün en sıkı örneği. Önemli olan orada olaylar arasında bağları, geçişleri görmemiz. Öykü ise daha çarpıcı ve anlıktır.


H.A: İlk öyküyü (Dolap Beygiri) gerek içerik gerek içeriği biçimsel öğelerle anlatması bakımından çok beğendim zira hayatın akışı da tam olarak virgüllerle bölünen sonsuz uzunlukta bir cümle gibi.


F.S: Çok teşekkürler. Bir önceki sorunun yanıtı belki biraz da Dolap Beygiri. Bir dolu olay uzun uzadıya anılıyor ama hepsi aslında tek bir anda, o üç yüz tonluk tankın birkaç saniyelik düşüşüyle eşzamanlı gerçekleşiyor. Tek bir anda bir dolu olay, sonra tek cümle, ardından yeniden aynı olayların devamı ve sonunda dolap beygirinin iki cümlelik tepkisi. Hepsi ritimle ilgili. Cümle de sonsuz gibi çünkü başımızı eğip dönmeyi sürdürürsek aynı dert, aynı hayat, aynı sömürü de biteviye sürecek.


H.A: 'E' öyküsü çok alakası olmasa da George Perec'in Kayboluş adlı romanını bana çağrıştırdı. Perek bir Yahudi. Babasını İkinci Dünya Savaşı'nda, annesini toplama kampında kaybediyor. Bu kaybı ifade etmek amacıyla alfabeden 'e' harfini kaldırarak koca bir roman yazıyor. Sizin öyküdeki kahramanınız da sevdiği kıza 'e' harfini hediye etmek istiyor. Bir harfin derin bir yası ve yok oluşu da, yoktan varoluşu simgeleyen aşkı da anlatmada bir araç oluşu çok ilginç değil mi? 

ve nedir bu 'e' harfinin sizden çektiği? :))


F.S: Ya bu öyküyü okuyan çok fazla okurdan Perec sorusu geldi ama itiraf etmeliyim ki yazarken o romana gönderme yapmak hiç aklımda yoktu. Yine de hoş bir tesadüf ve sizin tanımınızla çok güzel bir yere oturmuş. Ben bunu söyleşilerde, “Ben böyle düşünmüştüm,” diye kullanırım. :)

İşin aslı, E harfinin kaynağı olan Emel; benim farklı öykülerimde kullandığım bir isim. Bununla ilgili de birkaç kez, biraz da imalı bir şekilde, gerçek hayatta, geçmişte böyle bir Emel olup olmadığı sorulmuştu. Öyle biri de yok. Emel, oğlumun ve kızımın adlarının ilk hecelerinin birleşimi. Öyküdeki karakterin kendini sürekli bu harf ile ifade etmeye çalışması da bundan kaynaklı. Çocuklarımız, nesil, hayatın devamlılığı. Yani Perec yokluğun sularında yüzüyorsa, ben sanırım daha çok varlığın, devamın peşindeyim.


H.A: Perec'ten bahsetmişken edebi yaratıcılık ve mizah unsurları noktasında da benzer yanlarınız olduğunu düşünüyorum.


F.S: Nedeni olduğu sürece yeni anlatım imkanları denemeyi seviyorum. Çünkü hayat da böyle, asla durağan, tek tip değil. Mizah ise benle çokça özdeşleşti. Bundan memnunum. Çünkü çokça anılan ve artık biraz atasözüne dönmeye başlayan bir ifademi tekrar edeyim; “Edebiyatın ve edebiyatçının derdi olmalıdır ama metin dertli olmak zorunda değildir.” Kasvetli, arabesk metinleri hem sevemiyorum hem de okumak-yazmak istemiyorum.


H.A: Okur yorumları ve söyleşileriniz de sanırım en çok üzerinde konuşulan öykülerden birisi Suriye Pasajı. Günümüzün en can yakıcı sorunlarından birisi, mülteci sorunu ve savaş elbette. 

"Ben o adamı ömrümde ilk kez görüyordum ve o bizi öldürmek istiyordu. İnsan adını bilmediği birini neden öldürmek ister ki?"

Bu satırları okuduktan sonra devam edemedim. Dakikalarca durup düşündüm. Kızımla üzerimize silah doğrultulduğunu… Birçok okuru bu anlamda derinden etkilediğini tahmin ediyorum. 

Mülteci sorununun bir mülteci nefretine dönüştüğü bugünlerde empati kurmak adına oldukça dikkate değer buldum. Peki olumsuz bir tepki aldınız mı bununla ilgili? Çünkü nefreti sebebiyle empati yapmayı reddeden de bir kitle var. 


F.S: Yazar herhangi bir konuyu, siyasi fikrini, o konudaki görüşünü yansıtmak için yazmaz. Bu habercinin işidir. Biz geneli gözlemler ve bunu mümkün olduğunca nesnel biçimde öyküye yansıtırız. Yargıda bulunmak benim işim değil. O nedenle mülteci konusunda (veya diğer konularda), şöyle olsun böyle olsun demek, doğrusu budur şu şekli yanlıştır diye ahkam kesmek derdinde değilim. Ben sadece, hani ilk soruda “İnsan” demiştik ya, insanın peşindeyim. O derdi yaşayan bir insan, nereden geldiğinden, hangi dili konuştuğundan, cinsiyetinden ve inancından ve tüm diğer şeylerden bağımsız olarak hangi ruh alemi içindedir. Yukarıda andıklarım siyasetin işi ve o konularda bir tepkimiz varsa muhatabı da bu sorunu yaratan siyaset. Ama ele aldığımız şey bir insan ise, “Raşa” ise, derdimiz Raşa’yı anlamak olmalı. Anlayışla karşılamak, yargıda bulunmak ve sair değil. Hepsinden önce anlamak.

Ben bir tepki alamadım ama insandan nefret edebilenlerin empatisine de zaten ihtiyacım yok. Herhangi birine ölüm biçebilenler, o öyküde hiç tanımadığı birine silah doğrultabilenlerle fikren akraba olabilir. Bizim meşrebimiz aman ha farklı olsun.


H.A: Sonunardı öyküsü kitaptaki en sıradışı öykü. Distopik bir senaryoya konu olabilecek bir kurgusu var ki bir ara kahramanların karşı karşıya kaldıkları durum gözümde bir film gibi canlandı. Bir öykü için biraz karmaşık da buldum. Sanki roman olmaya daha müsait gibi geldi. Bunu hiç aklınızdan geçirdiniz mi? Sanırım Kapalıçarşı romanınız da ilk öykü olarak yazılmıştı. Yanlış bilmiyorum değil mi?

  

F.S: Evet, Kapalıçarşı önce öykü olarak yazıldı, sonra konusu benzer kalmak kaydıyla ama çok daha fazla kişi, bağlantı, mekân ve olay ile romana evrildi. Sonunardı öyküsü de belki roman halini alabilir ama bunu yapacağımı sanmıyorum çünkü distopya, bilimkurgu, fantastik ve sair benim alanım değil. Bir öyküde denemek istedim ve altından kalkabildiysem ne mutlu bana. Ben Ferdi ile takılmayı, Santa ile görüşmeyi yeğlerim galiba.


H.A: Kitabı bitirirken son öykü Nassaulu İsa'da aslında ironik bir dille bir post öykü de yazabileceğinizi göstermişsiniz. Postmodern edebiyatın tamamlayıcı unsuru okuru da olaya dahil etmek. Bu öyküyü yazacağınızı Benden’iz James Joyce romanında salık verdiğinizi bazı dikkatli okuyucularınız kaçırmamış. Bu okurlarınızla oynadığınız küçük bir oyun mu? 


F.S: İroni deyince, “Hepimiz Oğuz Atay’ın poşetinden çıktık,” demek ve Oğuz Atay deyince de oyunlardan söz açmak isterim. Aslında edebiyatla, romanla, öykülerle, hayata ve kendimize karşı oyunlar oynuyoruz. O anlamda evet, Nassaulu İsa da hem hayatın soğuk gerçeğinin ve hem de, öykü şöyle yazılır böyle çizilir diyerek mevzuyu tornaya çeviren edebi iktidarın karşısında oyunlar oynadığım bir öykü. Post modern üslup öyküde romana kıyasla çok daha zor işleyen ve beceri gerektiren bir teknik. Ve konunun tillahı da yine “Korkuyu Beklerken” ile Oğuz Atay. Ben kıyısında köşesinde dolaşabildiysem ne mutlu bana.


H.A: Nassaulu İsa'da "toplumun delisinin, evsizinin bile satılacak bir hikayeye dönüştüğü" bir dünyadan da bahsediyorsunuz. Artık her şeyin satılacak bir metaya dönüştüğünü anlatan en dikkat çekici cümleydi. Şükrü Erbaş da "Gökyüzünü çarşılarda yitiren insan" der bir şiirinde. Gökyüzünü çarşılarda mı yitirdik? 


F.S: Aklımızı başımıza devşirmezsek, yitirmemize ramak kaldı. Bundan otuz yıl önce bir lokantaya gittiğimizde, masalarda sürahi ile su görürdük. Şimdi sahilleri pet şişe kapladı ve “A aaa, bunlar da nereden çıktı, rezalet,” diyoruz. Sen ben hepimiz içtik o suları. Bir sorun gördüğümüzde, sorunun çözümünden ziyade magazin tarafı, senaryosu ilgimizi çekiyor. Bu insan evladının garabeti diyeceğim ama biraz da modern çağın etkisi. Nostaljiden hazzetmem ama hep böyle olduğumuzu sanmıyorum. Kapitalizm bizi esir aldıkça ama çok daha önemlisi, bizler de cebimizdeki kredi kartlarıyla, tüketim tercihlerimizle, tatmin edilmesini beklediğimiz egolarımızla ve saçma sapan bireyciliğimizle esir alınmaya canı gönülden teşne iken, gökyüzünü de bir zaman sonra illaki yitiririz. Sonra bir ara, gökyüzünüzü büyük seçim ister misiniz, dürbün yapacağınız bardağınıza adınızı ne yazalım diye sorulduğunda, büyük seçebildiğimiz için kendimizi ayrıcalıklı hissederiz.


H.A: Son olarak şiirle bitirmek istiyorum. En sevdiğiniz şairler kimler ve birkaç dize paylaşmanızı istesem…


F.S: Orhan Veli, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan’ı seviyorum. Çağdaşlardan Haydar Ergülen, gençlerden Naile Dire. Ama böyle tek tek isimlerden ziyade, bazen çağdaşımız bir şairin dizeleri önüme düştüğünde yarattığı etkiden de çok hoşlanıyorum. O nedenle Serkan Türk’ün dizelerini, çok değerli sorular için teşekkürlerimle birlikte paylaşmak isterim.


Babam bir güz ölüsü,

Bu yüzden sevmem kasımı.

Dökülen yapraklarını ağaçların.