Stefan Zweig eserlerinin okura çok şey kattığı su geçirmez bir gerçek. İnsan var olduğundan bu yana birbirine üstünlük kurma çabasından hiç vazgeçmemiş, hep biri diğerinden büyük olmak zorunda olmuş. Buna vücudumun, aklımın her zerresiyle karşıyken gördükçe ve yaşadıkça bunun doğanın bir parçası olduğuna inanmama çok az kaldı. Ama bunu ne kendime ne de insanlığa yapmak istemiyorum. Birbirimizin eksik yanlarını tamamlayarak yaşamanın en doğrusu olduğuna, savaşın da üstünlüğün de doğanın bir parçası olmadığına, tam tersine insanın doğadan uzaklaştıkça bu çirkin duygulara kapıldığına eminim.

Ne zaman Zweig okusam insan aklının ve hayal gücünün sınırı olmadığını bir kez daha anlıyorum. İnsanın insana yaptığı zulmü böyle bir üslup ve içerik ile anlatmak çok zekice.
Gariban, yetim ve öksüz bir çocuğun yolu satrançla buluşur ve çok büyük bir satranç şampiyonu olur. Bir başka adamın Nazi zulmü, şiddeti ve baskısı altında geçirdiği zor günlerin altında kalkması ve akıl sağlığını koruması için Tanrısı onun yolunu satranç ile buluşturur. Tabii bu zor şartlarda satrançtan aklını yitirmekle satranç ile akıl sağlığını korumak arasında incecik bir çizgide hayatta kalma mücadelesi verir. İşte iki acı dolu hikaye ve bu iki yabancının iki ortak yönü, aynı gemiye binmeleri ve satranç.