Durgundu göl. Güneş bahçeye abanmış. Bahçe sarı bir hasta yüzü. Kuru otlar hasta, kuru ağaçlar hasta, kuru toprak hasta. Susuz bir kent. Kendi kendini kurutmuş. Yağmursuz, bulutsuz gök, devrilmiş bir çöl gibi. Susuz kentin duaya doymuş halkı, ellerini yukarı kaldırıp tek bir yakarışa bile mecalsiz. Sadece göl var. Susuz kentin verimsiz bir su birikintisi. Pis, dibi görünmeyen. Derinde balıklar oynaşır. Derinde ölüler oynaşır. Derinde balıklarla ölüler oynaşır. Ruhlar bile göğe yükselemez buradan. Yosun tutar. Yosun tutar saçlarından. Bedelsiz günahlar gömülür. Kendimi gördüm gölün yansısından. Ürperdim. Göle giren çıkmamıştır, derdi Su Anası. Gölün dibinden gelirdi sesi. Küçücükken eğilip eğilip dinlerdim. Göle giren çıkmamıştır. Göle girsem.


Gule her sabah bu göle gelirdi. Ela gözlü, al yanaklı, kiraz dudaklı Gule, bülbül gibi şakır, ceylan gibi seker, dudağında türküsüyle, elinde sepetiyle kapı kapı gezer, herkesten ya bir somun ekmek, ya birkaç elma, ya da bir kap süt alır, yine gölün kenarına gelip karnını doyururdu. Anlatırdı Gule, bir gün o mini mini bir kızken anası savaşta onu alıp kaçmış. Az gitmişler uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Aş olursa yemiş, su olursa içmişler. Fidanlar ağaç olmuş, dalında yemiş vermiş, yağmurlar dere olmuş, yollara serilmiş. Böyle böyle dağları, bayırları, ormanları aşmışlar. Sonunda bir düzlüğe çıkmışlar. Gule acından ağlamış, anası Gule'ye ağlamış. Anası kapı kapı dolaşmış. Bir parça ekmek, bir tas su diye yalvarmış. Her kapı bir bir yüzüne kapanmış. Akşam ağır ağır yanaşmış. Akşamın ayazında evlerden çıkan sımsıcak yemek kokları yüzlerine yüzlerine çarpmış. Anası acından bayılmış. Gule yalın ayak, başı kabak, aç biilaç yine köylülere gitmiş. Gördüğü her kapıyı çalmış. Köylüler kapıyı açmamış. Gule acından delirmiş. Yerden bir taşı kaptığı gibi daldaki bir kuşa fırlatmış. Kuş vurulup düşmüş. Kuş demiş ki "Beni yesen ne çıkar, benim etimden ne olur? Beni öldürmezsen sana bir yol gösteririm." Gule kuşu öldürmemiş, dinlemiş. Kuş başlamış anlatmaya: "Şu karşıda bir dağ, dağın ardında bir göl, gölün içinde bir sürü balık var. Oraya gidin, karnınızı doyurun." Kuş uçmuş, uçmuş, ağzında bir üzüm tanesiyle geri gelmiş. Üzüm tanesini Gule'nin anasının açlıktan kurumuş, açlıktan büzüşmüş ağzına yavrularını besler gibi bırakmış. Gule'nin anası canlanmış, kanlanmış, yüzü yediği üzüm gibi kızıllanmış. 


Gule ile anası gitmişler. Karşıdaki dağı aşmışlar. Bakmışlar gerçekten de bir göl, gölün dibinde balıklar, balıkların altında inciler, gümüşler, altınlar, elmaslar. Su, gümüş eriyiği gibi pırıl pırıl parlıyor. Sanırsın ay yeryüzüne düşmüş. Balıklar dupduru gölün içinde fıkır fıkır. Göl derin. Ne ağ var, ne olta. Anasının kızıl yanakları geri solmuş, kanı geri çekilmiş, canı bir kancada sallanır gibi bitap düşmüş. Gule yere düşen kuru bir dal gibi gölün yanına serilmiş. Balıkların iri iri, çakmak çakmak gözleriyle bakışmış. Gölün kenarında ana kız kucak kucağa, acı acına ölüm gibi derin bir uykuya dalıvermişler.


Göğün karanlık perdesi açılırken, güneş yeni bir gündüzü kirpiklerinden içeri sızdırmış Gule'nin. Yorgun gözlerini yarı mavi bir göğe açmış. Dışarıda sabah kokusu. Sabah kuşları az ötede yakılan harp türkülerine inat mutlu mutlu şakımakta. Güneş ışıkları gölü öpmekte. Yattığı yerden doğrulmuş Gule. O da ne! Karşıda bir kaya, kayada korkunç bir kadın. Şeffaf, incecik tüylerle kaplı teniyle, dizlerine kadar sarkan iri memeleriyle çırılçıplak, kayalıklarda, uzun mu uzun, kalın mı kalın saçlarını altın tarağıyla tarıyor. Gule korkudan bas bas bağırmış, onun sesinden anası uyanmış, kuşlar havalanmış, göl kımıl kımıl dalgalanmış, balıklar bir o yana bir bu yana kaçışmış. Anası göldeki kadını görünce korkudan tekrar bayılmış. Gule anasını öldü sanmış.


Kadın suyun üzerinde süzülür gibi yanlarına gelmiş. "Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz." Demiş. Meğer bu kadın Su Anası'ymış. Gölün altındaki camdan sarayında yaşarmış. Su Anası Gule ile anasını göldeki balıklarıyla beslemiş, onlara incilerden, gümüşlerden, altınlardan, elmaslardan bir ev yapmış. Köyün geri kalanını da Gule ile anasına bir tas suyu, bir parça ekmeği çok gördükleri için cezalandırmış. Tüm köy bir damla suya muhtaç kalmış. Tarlalar kurumuş, hayvanlar kurumuş, insanlar bir bir kuru kuru topraklara yıkanmadan gömülmüş, haneler bir bir kapanmış. Su Anası göle yaklaşan her canlıyı göle çekip boğmuş.


Yalnız Gule ile anasının kaldığı yer yemişli yeşilli, yalnız orası bereketliymiş. Günler böyle mutlu mesut geçerken bir gün gölün üstünde bir kayık görmüşler. Kayıkta kara gözlü, kara kaşlı yağız bir delikanlı otururmuş. Gule'nin anası "Sen kimsin? Kimlerdensin? Burada ne ararsın?" Diye sormuş.


"Ben dağlarda gezen bir çobanım. Burada her gün sürümü otlatırım. Sürüm susuzluktan kurudu. Koyunlarım bir bir telef oldu. Ben de buraya geldim. Koyunlarımı saldım. Suya dili değen her koyun bir damla su yutamadan battı gitti. Ben de koyunlarım ölüyor, elimde bir bunlar kaldı, varsın ben de öleyim, ne çıkar diye düşünüp suya daldım. Cam bir sarayda uyandım. Su Anası beni sarayında kırk gün kırk gece misafir etti. Gideyim dedikçe kal dedi. En sonunda bir şartla gitmeme izin verdi. 'Göle giren çıkmamıştır' dedi Su Anası. 'Ama sana sevdalandım. Her sabah gün doğarken buraya gelip benimle sevişeceksin' dedi. Ben de mecbur, olur dedim. O zamandan beri sürüm burada sulanır, otlanır, ben Su Anası ile sevişirim." 


Gule'nin anası, Su Anası'nın aşığı çoban ile her sabah konuşur, dertleşir olmuş. Gün doğunca çoban suya girer, Su Anası'nın camdan sarayında Su Anası ile sevişirmiş. Bu sırada çobanın sürüsü de gölden suyunu içer, gölün kenarından yeşil otlar otlarmış. 


Gule'nin anası ile çoban konuşa konuşa, bakışa bakışa birbirlerine tutulmuşlar. Her gece gün doğana dek el ele, diz dize otururlar, konuşurlar, birbirlerine masallar, türküler, şiirler söylerlermiş. Ama doğan güneş karanlık göğü yardığı gibi bu iki aşığın da gönlünü yarar, ayırırmış.


Gule'nin anası ile çoban, Su Anası'ndan kurtulmanın çaresini düşünmeye başlamışlar. Bir gün çoban "Su Anası beni bırakmaz, nereye gitsem beni bulur, yakalar. Ama bu işten kurtulmanın bir yolu var." Demiş. Anlatmış: "Su Anası her sabah şafak sökerken gölün karşısında altın tarağıyla saçlarını tarar. Bir gün olur da tarağını unutursa tarağından bir tutam saç al. Onun saçının bir parçası bizde olursa bize zarar veremez." Demiş. 


Günler geçmiş. Su Anası her sabah uzun uzun saçlarını gölün kıyısında taramış da taramış. Gule'nin anası her sabah onu gözlemiş. Kah ağlaya ağlaya, kah sabırla, Su Anası'nın tarağını unutmasını beklemiş. 


Bir gün çoban Su Anası'na, "Hadi sevgilim, hadi güzelim, bırak süslenmeyi artık. Dayanamıyorum." Diye seslenmiş. Su Anası sevgilisini görünce heyecandan tarağını unutup suya dalmış. Gule'nin anası koşa koşa gitmiş, taraktan bir tutam saç almış. Böylece kurtulmuşlar. Çobanla beraber el ele köyden ayrılmışlar. Birbirlerine öyle kapılmışlar ki çoban sürüsünü, kadın kızını köyde unutmuş.


Su Anası bu işe çok kızmış. İncilerden, gümüşlerden, altınlardan yapılma ev Gule'nin başına yıkılmış. Yemyeşil çayırlar kupkuru dikenlerle kaplanmış. Gölün dibindeki inciler, gümüşler, altınlar, elmaslar bir bir sıçanlara, yılanlara, kurbağalara, karafatmalara dönüşmüş. Göl zehirli bir yeşille boyanmış. Çürümüş et gibi pis pis kokmaya başlamış. 


O günden beri köylüler Gule'ye ekmek verir, su verir, Su Anası'nın geri gelip köylerine bereket getirmesi için dua eder olmuş. 



NOT: Bu öyküyü değerli hocam Mustafa Öner'in "Mitolojiden Edebiyata Su Anası" makalesinden ilham alarak yazdım.