Bu büyük kitabı bu yazıyı daha detaylı ve anlaşılır, belki de kendimce bilgilendirici bir şekilde yazmak için tekrardan okudum. Beş gün süren bu okumanın iki gününü sadece üstünde düşünme üzerine yoğunlaştırdım. Raskolnikov ile bolca sohbet etme fırsatı buldum. Belki kimisinin sevemeyeceği bu karakteri başlıca ele almamdaki sebeplerden biri, sevmek için anlamak gerektiği. Ama bu beni buraya iten şey olmadı asla! Bu kitap hepinizin de bildiği gibi dillerden asla düşmemiş, hatta günümüzde her an karşımıza çıkabilecek olan bir kitap. Ama maalesef bunu hiçbir zaman anlayamadım. Çünkü ne zaman bu kitap hakkında konuşanları veya yazanları görsem, aslında tamamen diyecek kadar ileri gitmiyorum, çoğunlukla böyleydi, anlamamışlardı. Diyorum, burada esrarengiz bir şey mi var, yoksa anlamamalarına rağmen inatla bu kadar konuşulmasının nedeni sadece sürü mü?


Asla ben çok biliyorum veya anlıyorum diyecek değilim ama her defasında bunu hatırlatacak da. Sadece Dostoyevski ile çok fazla sohbet etme ihtiyacı duyuyorum ve sanıyorum ki benim gibi binlerce genç de böyle (özellikle genç olanlar). Çünkü sanırım her şeyden çok bizim neslimiz anlaşılma ihtiyacı duyuyor. Bana göre bunun nedeni geçmişte verilmezken, şu an ebeveynler eskiden yaşadığı üzücü şeylerden dolayı kendi çocuklarına daha çok fırsat, daha doğrusu özgürlük tanımaya çalışıyor. Fakat bu özgürlük -Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'de belirttiği gibi- öyle kolayca verilecek ve sırtlanacak bir şey değil. Özgürlük için özbilinçli olmak gerekir, bunun için de özgürlük tanıyan ebeveynlerin yardımı. Özgür olduğunu bilmeyen bir köle asla özgür bir bilince ve akla sahip olamayacağı gibi, bir aptal veya cahil bir genç de özgür olamaz. Ah, ne kadar canı yanar bu gencin, çünkü özgürlük öylece ellerine verilmiştir. O anlayamadığı için derdini, ona bu acıyı veren kişiden medet umar, bu da gurursuz bir yaşama adım atmak gibi olur: acıyı verenden merhamet istemek.

Peki! Kimler özgürdür, kimler acı çeker, kimler çekmez veya kimler acı çekse bile bu mühim değildir, hatta bu acının nedeni birini öldürmek bile olsa? O zaman bu acı onu affetmeye yetecek mi, ya da buna bile gerek kalmayacak mı? Yani sırf o kişi olduğu için, belki de sırf o Napolyon gibi büyük biri olduğu için Ahlaki Düzlem'den daha önemli ve yüksek bir yerde mi duracak, ki biz onu değil o bize hayat ve özgürlük bağışlasın?


Bütün bu boş sözlerimin sonuna bilerekten, aniden bu soruyu sordum. Çünkü bunlar ZATEN BENİM DEĞİL, RASKOLNİKOV GİBİ BİR DEHANIN SORULARI! "Tam bir deha oldum ve bu beni mahvedecek!", diyor Raskolnikov. İşte bu dehanın içinde dolaşan düşünceler, çoğu kez insanların bu romanda anlamadığı şeyler, belki bilmedikleri (yazarların bile dahil olabileceği bir alan bu, hatta bizzat gördüm böyle ünlü bir yazar, ama iyi bir okursanız, yazarların kendi kitaplarını onlardan belki biraz daha iyi anlarsınız.)


Raskolnikov yaptığı bir cinayetin vicdan azabını çekmiyor. Hatta kitabın sonlarında, keşke çekseydim belki benim için daha kolay olurdu, diyor (verilen cezalara ve gördüğü muamelelere katlanmaktan bahsediyor). İşte işin esas kısmı neden bu vicdan sözü buna rağmen kitapta bu kadar anılmaya neden oldu? Önce işin kolay kısmından bahsetmek daha iyidir galiba. Hiç kimsenin anlayamayacağı sözler söylemek benim seveceğim bir şey değil. Kitapta, herkesin de bildiği üzere, Raskolnikov'un "Suç Üzerine" diye bir makalesi vardı. Bu makalede insanlar ikiye ayrılır; maddi insanlar, yani sıradan insanlar ve sıradan olmayanlar (bunlar neden maddi değil sonra göreceğiz). Maddi insanlar ahlaki ilkelerden yukarıda yer almaz, ahlak onları ihtiva (kapsamak) eder. Onlar vicdana hapsolabilir, cezalar çekebilir, öldürülebilir; ama öldüremez! Sıradan olmayanlar ise böyle değildir. Hepsi ahlakın üstünde, değerlerin üstündedir. Bunlar sıradan insanlar suç ve ceza gibi gözükecek şeyleri yapmalıdırlar. Onlar için bu bırakın kötü olmayı, aslında iyidir, hatta ayak takımı insanlar için bile iyidir. Onlar dünya için, tarih için ve gelecek için reaktif, edilgen vs. değildirler. Doğrudan bu yasaları belirleyenler, dünyanın bundan sonraki halini gören ve bunun için harekete geçen/geçiren kişilerdir.


Tahminimce Raskolnikov'un ahlak hakkında dedikleri aslında anlaşıldı, peki ne demekti bu tarihin sonraki adımı ya da dünyanın bundan sonraki hali için harekete geçiricileri? Bu kısım mühim, aslında tam anlamıyla bu kısım önemli kitapta. Bu bahsettiğimiz yerde 320. sayfadan sonra başlıyor. Peki, Dostoyevski burayı neden aktardı, daha doğrusu nasıl ve neyden etkilendi? Elbette belirli itici güçler vardı, Dostoyevski'nin çoğu kitabında sorguladığı şeyleri biliyoruz "Tanrı yoksa her şey mubahtır.". Bu cümle doğrudan ahlak, din, özgürlük felsefeleri ve Tanrı'nın varlığı ve gerekliliği hakkındadır. Ama fazla ileri gittim. Buna daha sonra döneceğiz. Ben bunları sormuyorum, bunları kitaba yazmak için kimden etkilendi? Cevap: Hegel!


Bu önceki yazımda vardı. Ama şimdi hem daha anlaşılır hem daha kısa hem de daha derinlikli yazmakta yarar görüyorum. Haddimi aşmadan biraz Hegel felsefesine değinmeliyim.


Hegel için hiçbir şey kendine yeter değildir. Tamamen holizm diyebiliriz aslında. Yani bireylerin, tek tek şeylerin birbirine gerektiği, çeliştiği ve tekrar rayına oturup birleştiği, bütünleştiği ve bu sayede özgürleştiği, Mutlak Tin'e doğru yol aldığı. Yani etik açıdan da. siyasi açıdan da hiçbir zaman Fransız Aydınlanmasındaki gibi değil, bireyler kendinde varlık değil, böyle olduğunda asla kendisini gerçekleştiremez, Mutlak'a yol alamaz. Bu tamamen Hegel'in döneminde yükselen organizmacı bir görüştür. Bireyler (Benler, Özneler), Ötekilerle (diğer bireyler, nesne) bütünleşmek zorundadır. Onda sadece kendini bulmaz, Öteki de kendini Ben'de bulur. Önce kendilerini değillerler, yani feda ederler nesnesinde, sonra ise orada tekrar bütünleşince kendilerini bulurlar, "Ne kadar verirsem sana, o kadar çoğalıyor bende kalan!"(Romeo ve Juliet): buna Öznel Ruh, denir. Sonra Nesnel Ruh gelir, bu az önce etik olarak bahsettiğim durumdur. Asla kendinde bir varlık değilsin, başkaları ile bütünleşirsin, yani tek başına hiçbir anlamın yok durumu. Bu yüzden ben değil, biz değil, Bütün'ün önemi vardır Hegel'in felsefesinde. Bireyin önemi belirli bir yere kadar vardır elbette. Ama kısıtlı. Siyasi kısımda vardır. Önce aile ile olur bu. Aslında burada Öznel Ruh dediğimiz şey meydana gelir. Önemli nokta burada sivil toplumun temeli, yani daha çok devletin temeli atılır. Burada (aile) en önemli faktör sevgi durumudur. Ama bu da elbette bir yere kadardır. Çünkü tüm her şey akıl ile gerçekleşir. Ama sonra buraya geleceğiz. Sonra bireyler aileden çıkıp tek tekler olarak yoluna devam eder. Sivildirler ve bireydir, yani bağımsızdırlar. Ama rasyonel olan taraf bu değildir. En sonunda kendileri devlet sayesinde gerçekleştirirler. Bütün onda mevcuttur. Devlet olmadan birinin var olması, kendini gerçek kılması Hegel'e göre kısaca saçmalıktır. En son ise Mutlak Ruh geliyor. Burada tarihte kısaca Sanat (Antik Dönem), Din (Ortaçağ diyelim), ve en son tabiiki Felsefe (Modern çağ, aklın hakim olduğu alan) gelir. Ben hepsine ayrı ayrı değinmeyeceğim. Kısaca burada göze çarpması gerekeni vereceğim. Mutlak Ruh'a geldiğimizde şu göze çarpmalı, burada bir tarih mevcut. Bu paragrafın başında size iki şey söyledim: Mutlak ve Organizma. İnsanlık belliki kendini tarih içinde diyalektik olarak gerçekleştiriyor, buraya kadar anladık. Peki Mutlak nedir? Aslında Hegel'in demesiyle kendi felsefesi şudur: "Tanrı, yalnızca Tanrı", hatta onun için felsefe "tapınma biçimi"dir. Peki organizma nedir burada? Hegel'de şu durum çok önemlidir: evet insalar birbirine bağımlı ve zorunlu. Kendini gerçekleştirmek için Mutlak'a, yani Tanrıya doğru yol alıyor. Yani Tanrıya bağımlılar. Ama Tanrı'da onlara bağımlıdır. Tanrı kendisini kültür ve tarih içinde gerçekleştiriyor. Bir yolculuk var ve bu da Mutlak Tin'e doğru. O her açıdan mutlak olan olmaya doğru yol alıyor. Ve bunu da bizim doğamızda başlatıyor. O da kısmen bağımlı. Aslında her şeyi sevgi değilde akıl belirlemesinin nedeni bu: Tanrı, Mutlak Akıl'dır. Sadece kendisini düşünen düşüncedir. Aristoteles'in Tanrısına benzer bu. O kısmen doğaya bağlıdır ve kendisini tarih içinde adım adım diyalektik olarak gerçekleştirir, tarih yani doğal olarak bir yere doğru yol alır, hem de zorunlu olarak.


Olabildiğince kısa özet yapmaya çalıştım. Anlaşılmadıysa bile kafanızda bir şeyler oluştu diye umuyorum: bireylerin böyle bir durumda kendi başına olamayacağı, özgürlüğünün kısıtlı olacağı, çünkü her şeyin tarih içinde bizim keyfimize göre değil zorunlu olarak gerçekleştiği ve bir yere doğru yol aldığı, bunlar yüzünden ise bireylerin bu durumda küçük vasıflı kaldığı. Evet kitap için istediğimiz noktaya gelmiş bulunmaktayız. Burada Raskolnikov'un makalesinde Sıradan Olmayan insanlardan bahsettik. Maddi değil dedik. Çünkü gördüğümüz gibi her şey Tanrıya doğru yol alıyor tarih içinde. Peki nedir bu? Bu kişiler Hegel'in felsefesindedir. İşte Dostoyevski bu kısmı Hegel'den etkilenere yazmıştır. Bu sıradan olmayanlar Hegel'in Tarih Felsefesi'nde Dünya-Tarihsel-Bireydir, yani daha doğrusu "Olağanüstü İnsan". Bunlar sıradan değildirler. Çünkü bu kişiler tarihin Mutlak'a doğru yol alırken bundan sonraki zorunlu adımı görürler. İşte bu yüzden biz bu kişilere "dünyanın bundan sonraki adımına doğru harekete geçen/geçiren" dedik. Daha doğrusu Raskolnikov, dedi, bunu. Bu kişiler (bunlara Napolyon,Luther örneklerini verebiliriz) Mutlak'a doğru yol alan yolculukta, tarihte, ve bundan sonraki adımın neliği ve zorunluluğu hakkında açık seçik bilgiye sahiptirler. Bu kişiler, sıradan olmayanlar, sırf bundan dolayı, başta bahsettiğimiz gibi Ahlaki Düzlem'den daha yüksek bir yerde dururlar. Onlar öldürürler belki, bu yükselmek için düşmektir ve suç değildir. Onlar zaten gerçekleşmek için tarihi ihtiva eden görevlerini meydana getirmişlerdir. Hegel'in felsefesinde böyledir. Tabii Dostoyevski, Raskolnikov için tam olarak böyle yapmaz. Zaten Tanrı konusunda da sıkıntılar çekiyordu aslında Raskolnikov. O, yani Rodya Raskolnikov, çok nadir doğarlar (Hegel'de de durum çok farklı değil, Ama onda ayrıca Tanrı ve Tarihselcilik söz konusu), der. Belki de böyle insanların gelmesi için çok acı çekmelidir yüzyıllarca insan, der. "Ama onlar kendi adımlarını atan insanlardı ve bu yüzdende haklıydılar, bense dayanamadım demek ki, kendime bu adım atma iznini vermeye hakkım yoktu benim." O yaptığı cinayetten sonra bir Olağan Üstü insan olmadığını gördü, "ben sadece cesaret edebildiğim için yaptım", dedi, zaten sonra cesaret bile edemediğini gördü. Aslında hiç de böyle biri olmadığını en baştan, en baştan beri biliyordu o! Bu yüzden kitabın başında kamçılanan at rüyasında ağladı hüngür hüngür. Böyle biri nasıl bir katil olacaktı ve ahlaktan bile üstte duracaktı? En baştan beri biliyordu. Ve bu yüzden de (yazının ortalarında belirttiğim gibi), keşke suçlu olsaydım, vicdan azabı çekseydim, o zaman daha kolay olurdu benim için, dedi. Kitap boyunca da "bir biti öldürdüm" demeyi sürdürdü, sorun onun kendisini buna layık görmesiydi. O dünyayı harekete geçiren bir güç, özgür bir birey değildi. Sadece cesaretten, belkide daha saçma bir sebepten denemişti. Evet, aslında sadece denemişti o! Bunların anlaşılmaması, ve çevresinin ona bu halde bakması kim bilir canını ne kadar yaktı, çok sıkılmış olmalı... Gördüğü son rüyası ise (Sonsöz bölümünde) bunu anlatır bize...


-----------------------------------------------------------------------------------


Felsefe kısmı hakkında diyeceklerim bu kadar, yeterli diye düşünüyorum, umarım bir şeyler eklemiştir sizlere. Birazda hayata daha çok dokunan o edebi kısımlardan bahsedelim. Raskolnikov'un o rüyaları çektiği bütün acılarının bir hayaliydi. Şunu da belirtmekte yararı var: bu rüyalar Freud'u oldukça etkiledi psikanalizinde -şu an öğretilerinin neredeyse tamamı yanlış kabul edilir.


Raskolnikov'un, Ivan Karamazov ile karakteristik, ya da daha doğrusu felsefi yakınlığı olduğu olgusu doğrudur. Daha da şaşırtıcı olan Nietzsche ile olan yakınlığı... Nietzsche, biliyorsunuz ki, ahlak karşıtıdır. O bunu zayıf insanların daha çok ezilmemek için uydurduğu bir şey olarak görür. Hıristiyanlık ahlakı, çilecilik gibi. Bu ahlakta yüce olmaktan çok acı çekmek mühimmiş gibi görür, ve bu tür çileci insanları soyluların gücünden kurtarır, hatta toplumda üst seviyeye bile çıkarır. Aslında her dinin ahlakında böyle bir şey mevcuttur. Neyse, konumuz bu değil.

Nietzsche ise tam olarak bundan nefret eder. Bir aslanın bir ceylanı parçalamasından daha güzel ve doğal ne olabilir ki, diye düşünür. O bilhassa aslan olarak soyluları görür. Ve Napolyon'un yaptığı o her şey güzel ve güçlü ve heybetli ve normal şeylerdir. Soylulara kıyasla, fakir, ezilmiş, zayıf, ayak takımı topluluğunun ne acı çektiği hiç önemli değildir. Hatta alay konusu bile olabilir. Ama şunu akla getirelim: bu büyük filozof bunları dedikten sonra, gidip bir atın ölmesine hüngür hüngür nasıl ağlayabildi? İşte tam burada Raskolnikov'u anımsıyorum. "Ben bir biti öldürdüm" diyen o da, bir at için ağlamıştı. Aslında o da ta en baştan biliyordu yanıldığını. Tıpkı Nietzsche'nin ağladığı o anda hissettikleri gibi... Ah, o günden sonra bir daha hiç konuşmamıştı o. Deliliği daha üst seviyeye taşındığını bile belirtmişler o günden sonra. Hayır, deli değildi orada, tamamen bilinçli ağladı, aslında acı çeken biriydi o! Şimdi anladınız mı Raskolnikov neden vicdan azabını istiyor?


Ivan Karamazov, hepimizin ilgisini çekmiş bir dehadır. Ben yine sadece onun Raskolnikov ile yakınlığına temas edeceğim. Biliyorsunuz ki o, "Tanrı yoksa her şey mübahtır" (Nietzsche çok etkilenmiş olmalı ondan) demişti. Peki, o neden Nietzsche'nin at için ağladığı gibi mahkemede masum olmasına rağmen ben suçluyum dedi? Gurur mu? Ah, o Şeytan'ın dediklerine inanmayalım. O orada bir İsa'ydı. İsa gibi, "insanlığın tüm günahları için bir kere öldü" o. "Her şey mübah" dedi ve kendisi de ateistti. Kim bilir o ahlaken ne kadar yıprandı bu düşünce ile. Ve mübah olarak kabul ettiği her şey için duyduğu pişmanlıkla, insanlığın yaptıklarının aslında suçlu olmasıyla, hatta her insanın, tanrıya olan isyanıyla tüm acıyı yüklendi üstüne. Kaldıramadı bunu o. Sadece babasının ölümünü istemesi değildi onu üzen. Geride acı dolu ve "mübah" dediği binlerce iğrenç pislikler vardı... Orada anladı o da, tıpkı Nietzsche gibi, yanıldığını... Tüm "mübah" dediği şeylere karşılık bir kez feda etti kendini orada. Peki, bizim başkahramanımız ne yaptı? Sonya'yı ilk gördüğü anda aşık oldu. O da kendisi gibiydi. Ama Svidrigaylov'dan nefret ettiği gibi nefret etmedi ondan. Çünkü o pisliğin tekiydi kendi gözünde. Ama ya Sonya? Onca şeye rağmen o hâlâ iyi olmaya devam ediyordu, "inanan biriydi o". Kendine bu yüzden onu yakın buldu. 2 günahkar, 2 acılı ve kadere yenik, bu kaderleri birbirine bağlayan birde aşk. Raskolnikov yine o zekasıyla anladı orada, nasıl birbirlerine muhtaç ve bağlı olduklarını. O da tıpkı orada bir İsa, Ivan, Nietzsche oldu. Sonya'nın ayaklarına kapandı ve öptü...


Sonra dedi ki, "Ben insanlığın tüm acısının önünde eğildim Sonya..."


Not: Bu son cümlenin derinliğini yeterince açıklığa kavuşturduğumu düşünüyorum.


Not2: "yaratıcı filozof" dememin nedeni Albert Camus. Filozof olmayı aşmış ve daha yaratıcı bir yolda ilerlediğini söylemişti Sisifos Söyleni'de. Bunu biraz çarpıtarak en başta kullandım.


Not3: Hâlâ haddime olmadığını düşünüyorum Hegel konusunda. Bunları yazarken Frederick Beiser'den yararlanarak yazdım. Ve olabildiğince dikkatli davranıp, yanlış bilgi yapmamaya çalıştım. Eksik olmuş olabilir, lakin bu okuyucunun bunalmasına yol açardı. Çünkü konumuz asla Hegel olmadı.