“Şüphe” dedi biraz daha yaşlı olan mahkûm. “Şüphe duymamalısın. Çünkü kaosu yaratan ve içini yıkan şüphedir.” Avluya bakan pencerenin parmaklıklarından süzülen ışık, çürümüş parke kokusuyla birleşiyordu. Sigarasından bir nefes daha aldı. “Burası grinin olmadığı yer evlat. Şüphenin, bir mahalleye elektrikler kesildiğinde çöken karanlık gibi çöktüğü yer. Burada biraz diye bir şey yok. Buna alışmazsan sonraki hayatında da sıkıntı çekersin.” Yeşil sahte derisinin sağı solu yırtılmış sandalyesine geri yaslandı ve derin bir nefes verdi.


Genç bir kız biraz ukala bir tavırla “Nerede olduğunun farkına varmaya başladın mı?” diye sordu. “Hayır, beynim hâlâ nasıl ve neden sorularını soruyor.” dedim kısık bir sesle. Gözlerine diktim bakışlarımı ama yayvan yeşil gözlerinden dönüt alamadım. Hatta içimi daha da rahatsız etmişti bakışları.


Uzun bir süre gitmedim oraya. Rahatsız ediyordu beni artık buradakilerle konuşmak. Kim ya da ne olduklarını bilmeden ve beni de tanımadan işime burunlarını sokuyorlardı. Uzun süre kendimle yalnız kaldığımdan zaman benim için bir Picasso tablosuna dönüşmüştü. Keskin çizgileri vardı ama iç içe geçmişti, bir mana yaratmıyordu. Önem teşkil etmiyordu. Yattığım yerden doğrulup başımı ellerimin arasına aldım, avuçlarımın içleriyle gözlerimdeki çapakları temizledim. Kalkıp bez terliklerimi giydim ve ayaklarımı sürte sürte karanlık ve uzun bir koridorda yürümeye başladım. Küçük pencereleri bulunan hastane kapılarına benzer bir kapının önüne geldiğimde içeriden camdan sadece kafamı görenler bana baktı. İçeri girip ihtiyar adamın yanına oturdum. Oturmamla suni deri koltuğun içindeki hava yırtıklardan dışarı çıktı. Sandalye bile bıkmış, gibi bir ses çıktı. Kafamda bunu komik bulmuştum ama gülmedim.


Sıra bana geldiğinde düz bir sesle “Pas” dedim. “Benim sesimdekinden daha sıkıcı bir tonlama ile “Bugün pas geçmek yok.” dedi o son derece sıkıcı gömleğiyle karşımda oturan herif. Açık yeşil gömleğinin üstünde lacivert ve sarı çizgiler birbirlerine çarpıyor ve gözü yoran son derece gereksiz bir cümbüş ortaya çıkarıyordu. Gözlüğünü işaret parmağıyla kemerli burnunun üstüne doğru ittirerek “Beklediğin süre sana yardımcı oldu mu?” dedi. Biraz tetikledi bu soru beni, uzun süredir böyle hissetmiyordum. Kafamı atik bir hareketle ona doğru çevirdim. “Yardım için biraz geç kaldığımı düşünüyorum.” dedim kollarımı iki yana açıp bulunduğumuz yeri göstererek. Hafif saldırgan yaklaşımım ortamı hareketlendirmişti ama diğerleri biraz hoşnutsuzdu bu durumdan. İhtiyar yine duruma el atmak için öne doğru eğildi. Sağ kolumla onu iterek arkasına geri yaslanmasını emrettim. Kısa bir bakışmadan sonra bana itiraz etmedi. Canım sıkılmıştı, biraz da olsa muhalefet olmasını bekliyordum. Rabarba iyice artmıştı. Biraz yüksek sesle “Bu oturumları ya da bu yaptığımız her neyse, ne için yaptığımızın farkında olan var mı?” diyerek seslerini kısmış oldum. Hepsi bir anda bana dönerek uzun süredir içlerinde çok derin bir yere gömdükleri bir sorunun cevabını arar gibi yüzüme bakıyordu. Bir süre bakıştıktan sonra “Kusura bakmayın ama aradığınız şey bende değil.” diyerek yavaşça arkama yaslandım ve oturum eski sıkıcılığına doğru yavaş yavaş geri döndü.


Ertesi gün yavaşça doğrularak kalktığımda koridorun nispeten daha da aydınlık olduğunu fark ettim. Daha mı fazla uyumuştum bilmiyordum ama öyle olmalı diye düşünüp ayağa kalktım. Koridora çıktığımda diğerlerini göremedim. Herkes salona geçmişti herhalde. İstemsizce duvarlarda bana zamanı hatırlatan bir işaret aradım. Gri tuğlaların arasına düzenle çekilmiş çimento çizgilerinden başa bir şey göremedim. Koridor daha uzun gibi hissettirdi yol boyunca.

Salona girdim, koridorun aksine bir değişiklik hissettirmemişti bana. Aynı çürük koku, aynı açıyla içeriye süzülen ışık. “Mükemmel” diye homurdanarak oturdum. Genç kız her zamankinden daha da soluk görünüyordu. Bir süre beni fark etmeden onu izledim. Gözlerini kaldırırken hemen bakışlarımı kaçırdım. Kaçırdığım tarafta da genç bir oğlanla göz göze geldim. Sanırım o da beni izliyordu. Biraz rahatsız olup kaşlarımı çatınca ürkek bir tavırla bakışlarını üzerimden çekti. Uzun süre boyunca konuşan çıkmadı. Sanki herkes birinin konuşmasını bekliyordu içindeki bombayı patlatmak için. Fakat kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. “Daha çok bekleyecek miyiz, yoksa biriniz konuşmaya başlayacak mı?” dedi tüm ukala tavrıyla genç kız. Ses yoktu. “Galiba bugün sadece biraz bekleyeceğiz gibi gözüküyor.” deyip cebinden sigara paketini çıkardı. Paketin kıçına bir iki defa vurduktan sonra avcunun içine son sigarası düştü. Yakıp iki hızlı nefes aldı. Sigaranın yanışı ve üflediği havanın sesiyle beraber odaya duman dolmuştu. Orta yaşlı, güzel sarışın bir kadın rahatsız oldu. Yüzünü ekşiterek ihtiyara baktı. “Son dal sigaram hanımefendi” dedi hafif buruk bir gülümsemeyle. “Bundan sonra başka yok, artık derin bir nefes alabilirsiniz.” diye ekledi alaycı bir şekilde. O günkü oturumda bunlardan başka konuşma da olmamıştı. Biraz daha bekledik ve sonra salondan ayrıldık.



12 Oturum Sonra...


 

Bir su damlasının ucuz metal bir lavaboya damlarken çıkardığı ses kadar boş geliyordu artık burada bulunmak. Her şey çok serbest dolayısıyla amaçsızdı. Sebep-sonuç ilişkisi diye bir şey yoktu. Bir hiçlik. Hiçbir zamana ait olmayan, hiçbir yerde bulunmayan ve hiç kimselerin olmadığı…


Yine koridora çıkıp yürümeye başlamıştım ki birkaç ışığın yanmaya başladığını gördüm. Karanlık etkisini kaybediyordu günden güne. Hep gittiğim tarafın tersini de daha rahat görebiliyordum artık. Yine bildiğim yöne gittim. Salona girdiğimde ben, ihtiyar mahkûm, genç kız ve orta yaşlı kadın olmak üzere dört kişi kaldığımızı gördüm. Biraz daha yaklaştığımda genç kız “Yarın bir doktor gelecekmiş.” dedi. Bir değişim olacağını anlayan ben durumdan çok da haz etmemiştim ama bu hissiyatımı gizledim. Yalandan ilgilendiğimi göstermek için “Ne doktoruymuş?” dedim ortaya. Diğerleri, sahteliğini sezemedikleri bu ilgiye şaşırdı. “Estetik cerrahıymış.” dedi orta yaşlı kadın gözlerini devirerek. İki yanı da boş olan bir sandalyeye çöktüm. Her zamankinden konuşkan hissediyordum ama yine de birilerinin başlamasını tercih ettim.

“Bu noktaya gelmeden önce korktuğumuz şeylerden bahsetmek ister misiniz?” dedi genç kız neredeyse neşeli bir tonda. Suratına gıcık bir bakış fırlattım ama hevesi yine de kırılmadı. İhtiyar adam gülümsedi. Gün geçtikçe daha beyaz bir hal alıyordu cildi. “Fena olmayabilir.” dedi ve bana baktı. Göz kapaklarımın uykudan yorgun olduklarını hissettim. Çenemi öne, alt dudağımı ve kaşlarımı da yukarı doğru kaldırıp bir De Niro edasıyla, konunun bana çok da fark etmeyeceğini beyan ettim.


“Ben buraya gelmekten korkuyordum.” dedi genç kız. “Hatta ödüm patlıyordu.” diye ekledi öncekinden daha da neşeli bir tonda. “Aha!” dedi yaşlı adam usulca ve öne doğru eğilerek kırışık suratını karanlıktan çıkardı. “Helen Keller yıllar önce buna dair bir söz söylemişti.” Gözlerini yukarı kaldırıp sözün tamamını hatırlamaya çalıştı ve sol elinin işaret parmağıyla bulduğunu gösterip kafasının içindeki kütüphaneden tekrar aramıza döndü. “Korkudan kendini savunmak çoğu zaman yersizdir çünkü sonunda korkaklarda en az cesurlar kadar korkuya yakalanır.” deyip genç kıza baktı. Kızın gözleri açılmıştı ve içinde bulunduğu durumu düşünmüş olmalı ki hafifçe gülümsedi ihtiyara. Ben ise bu kaynaşma havasından hoşnutsuz bir biçimde olduğum yerde söyleniyordum. “Ne kadar boş bir muhabbet. Çok sıkıcı ve anlamsız. Burada gelip gelip oturuyoruz ve bir ilerleme kaydetmeden geri dönüyoruz. Burada gerçekten ne yaptığımızı bilen var mı? Eğer yoksa hepiniz sanki biliyormuş gibi yapmayı kesin!” diye çıkıştım. İhtiyar hariç diğer ikisi bana bakakalmıştı. Geldiğimden beri ilk defa bu kadar uzun konuşmuştum. Şaşkın bakışlarını fark edince de kalkıp salondan çıktım.


Hızlı adımlarla koridora geri döndüğümde ışıklar iyiden iyiye yanıyordu. Koridorun hiç gitmediğim öbür ucunu net bir şekilde görebiliyordum. Adımlarım yavaşladı ama ayaklarımın kontrolünü kaybetmişçesine yatağımı da geçip koridorun diğer ucuna gidiyordum. Yaklaştıkça sıcaklığın arttığını hissediyordum. Ama bu hem fiziksel hem de içinizi ılıtan türden bir ısıydı. Sıcaklık arttıkça adımlarım hızlandı, adımlarım hızlandıkça da sıcaklık arttı. Yatağımı neredeyse göremeyecek kadar uzaklaştığımda içimi bir belirsizlik hissi sardı. Endişeler, geride bıraktıklarım... “Geride mi?” dedim kendi kendime. Biraz daha ilerledim zıtlaşarak beynimle. Isı vardı ama ışık yoktu. Nefes alıp verişim hızlanmıştı. Göğsümde bir kara delik açılmış gibi hissediyordum. Sanki şeffaftım ve hava içimden süzülüp gidiyordu. Son kez arkama baktığımda gözlerimin yavaşça kör olduğunu düşündüm. Hiçbir şey göremiyordum neredeyse. Kafamı önüme çevirmemle tok bir ses kafamın içinde çınladı: “Küt!” Sonra biraz canım yandı. Gri tuğlalı bir duvara kafamı çarpmıştım. Alnımı ve burnumu yoklayıp kanamadığını gördüğümde şaşırdım. Fakat bu ilk hissiyatım olan hayal kırıklığının yanında devede kulak kalırdı. Koridorun bu ucunda da öbür ucunda olduğu kadar hiçbir şey yoktu. Durumu anlamaya çalışarak yatağıma geri döndüm.



Uzun bir süre oturumlara gitmemiştim. Sayısını tutmadım ama sanırım yirmi-yirmi beş oturum olmuştur diye düşündüm. Salona girdiğimde sadece ihtiyar vardı. İçten içe buraya neden tek başına geldiğini düşündüm. Konuşacak kimse yoktu. Beni mi bekliyordu? İçeri girip karşısına oturdum. Kafasını yavaşça bana doğru çevirip “Gittiğini sanmıştım. Hoş geldin!” dedi kısık bir sesle. Konuşurken zorlanıyordu artık. “Diğerleri nerede?” diye sordum koltukları göstererek. Boğazını kuvvetli bir öksürükle temizledikten sonra bana baktı. Gözünün beyazı yerini belli belirsiz bir sarıya bırakmıştı. Yorgun olduğu her halinden belliydi. Nezaketen “İyi misin?” diye sordum. “Otur.” dedi donuk bir sesle. “Neden bu kadar ısrar ediyorsun kabullenmemek için?” diye sordu sitemkâr bir şekilde. “Neyi?” dedim. “Yakında gideceğimi düşünüyorum. İnan bana burada uzun süre kalmak istemezsin.” deyip bir daha öksürdü. Hırıltılarının biraz yatışmasını bekledim. Kafamı toparlamaya çalışıp doğru soruyu sormam gerektiğini biliyordum. “Dün koridorun diğer tarafına doğru gittim.” dedim yüzüne bakarak. İrkildi ve devam etmemi istercesine yüzüme baktı. “Sonuna kadar gittim ama…” Ellerini iki yana açıp “Ama ne?” dedi atik bir hareketle. “Ama duvara çarptım.” dedim. Derin bir nefes aldı ve gözlerimin içine delici bir bakış atarak “Nerede olduğunu biliyor musun evlat?” diye sordu biraz üzgün bir sesle. Kendimden buraya geldiğimden beri ilk defa şüphe duyarak geveledim “Ha… Hayır.” Yerinden doğrulup sandalyesini karanlıktan öne doğru çıkardı ve zorlanarak bana doğru yaklaştı. “Biliyorsun. Hadi kabul et. Yüksek sesle söylediğini duymalıyım.” Duraksadı ve “Sen de duymalısın.” dedi. Huzursuzlanarak “Bilmiyorum.” diye tekrarladım. Hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak sandalyesine geri oturdu. “Öldün evlat.” dedi kafasını iki yana sallayarak. “Öldün ve… Ve işte o kadar. Devamı yok.”

Arkama yaslanıp olanları idrak etmeye çalıştım uzunca bir süre. Ya da kısaydı ama zamandan anladığım bir şey yoktu artık. Çünkü ölmüştüm. Ölmüştüm ve… Ve işte o kadardı. Boğuk sesi, düşüncelerimi susturdu “Beklemedesin. Bu da bize yapılmış kötü bir şaka. Bekleme salonu.” Sağıma soluma baktım. O ana kadar bildiğim bütün kelimeler, kavramlar, duyular ve hisler bana bir şey anlatamıyordu artık. “Aman ne orijinal dedim.” dalıp gittiğim noktadan gözlerimi ayıramayarak. İhtiyar biraz da olsa rahatlar gibi bir hareket yaptı. Tuttuğu nefesi verirken bir daha öksürdü. “Hiçlik yani. Bu mu?” dedim isyankâr bir şekilde. “Buradan bir yere gitmekten bahsettin.” dedim hızlıca. “Bu da ne demek oluyor?” İhtiyar ise iç geçirerek “Hiçlikten şüphe etmediğim bir bekleme salonuna ve sonra bir başkasına ve başkasına…” şeklinde karşılık verdi.



Ertesi gün koridora çıktım, karanlıkta yürüyüp salona girdim, kimse kalmamıştı. İhtiyar da gitmişti. Karanlıktaki koltuğa oturup beklemeye başladım. Sessizlikte uzunca bir süre gözüm kapalı bekledikten sonra usulca gözlerimi açtım. Salonun öbür ucundaki kırık dökük bir sehpanın üstündeki sigara paketine gözüm ilişti. Paketi alıp karanlıktaki koltuğa geri oturdum. Çıkarıp yaktım bir tane. Sonra beklemeye devam ettim.