Bugünkü incelemeye konu olan kitabın ismi “Aile Olmak.” Tire Kitap Yayınları'ndan çıkan kitaba katkı veren Mehmet Görmez, Hayreddin Karaman, Cihan Aktaş, Kemal Sayar, Alev Erkilet ve birçok önemli isim var. Kitap ilk baskısını Ocak 2020’de yapmış. Benim okuduğum kitap ise üçüncü baskıydı ve Mart 2020 gibi yakın bir tarihte üçüncü baskıya gidilmiş.


Kitabın alt başlığı ise “Süreklilik ve Değişim Ekseninde” olup kitabın ana temasına atıf yapıyor. Kitap tek yazarlı olmayıp birçok yazarın katkısı ile oluşmuş olsa dahi ortak tema “değişim.” Evet. Aile, yaşayan her şey gibi bir değişim geçiriyor ve geçirmek zorunda da nitekim. Değişim doğası gereği sorgulamalara ve hesaplaşmalara kapı aralar, yeni beklentiler ve ihtiyaçlar doğurur. Her şeyin eskiye nispeten çok daha hızlı bir şekilde değiştiği dünyamızda bu değişime uyum sağlayabilmek birey bazında bile çok mümkün değilken aile ve toplum gibi kolektif yapıların ayak uydurabilmesi daha güçtür. Kitabın amacı da bu değişim ekseninde “Aileye ne oluyor?” sorusuna cevap aramaktır. 


Ülkemizin muhafazakâr kesiminde aileye yönelik karamsar, kötümser bir tablo hâkim. Aile mahvoluyor, bitiyor serzenişlerini işitiyoruz. Boşanmaların artması, yeni neslin geleneksel değerlere uygun şekilde yetiştirilememesi vs. gibi sorunların sürekli gündemde tuttuklarını biliyoruz. Aileye abartılı bir kutsiyet atfettiklerinden dolayı hayal kırıklıkları da uç noktada oluyor. Aileye yönelik sorunları da bu yüzden rasyonel bir zeminde değil, duygusal bir zeminde ele alıyorlar genellikle. İncelemeye konu ettiğimiz kitapta ise aile sorunları daha makul ve mantıklı bir zeminde, gerçeklik zemininde ele alınıyor. Kitapta genel olarak aileye yönelik yalnızca modern dönemde değil, pre-modern dönemde de birçok talebin, eleştirinin olduğundan söz ediliyor. Benzer sorunların modern öncesi dönemde de dile getirildiği ancak çözüme kavuşturulamadığı, bu nedenle de katmerlendiği ifade ediliyor. Moderniteyi bir günah keçisi haline dönüştürerek her şeyi bunun üzerinden açıklamaya çalışan, moderniteyi bir başlangıç noktası sayan insanlardan usanmıştım kendi adıma açıkçası, o yüzden kitabın bu konuya özellikle vurgu yapması beni memnun etti.


Muhafazakâr kesim, kadın hareketini de aile ile ilgili değerleri tarumar eden bir hareket olarak görüyor çoğu zaman. Ancak iş, kadın hareketinin yönelttiği eleştirilere açıklık getirmeye ya da ortaya attıkları sorunları çözmeye gelince elle tutulur bir şeylerin olduğunu söylemek ise imkânsız neredeyse. Kadının değersizleştirilmesi karşısında “Cennet, anaların ayaklarının altında.” deyip işin içinden sıyrılmaya, sorunları görmezden gelmeye, sorunlara kulak tıkamaya çalışmak gibi aciz bir tavır sergilenebiliyor. Aile içi şiddetin nedenini alkolizme indirgeyerek şiddet sorunundan yaka sıyırmaya çalışmak da başka bir örnek olarak karşımızda duruyor. Kitabın vurguladığı üzere bal gibi de ataerkil bir toplumda yaşıyoruz; bu gerçeği saklamanın, kafayı kuma gömmenin, eğip bükmenin hiç kimseye bir faydası yok. Kitap ataerkilliğin İslamiyet öncesinde de etkin olan bir şey olduğunu, İslam’ın bu ataerkilliğe karşı da mücadele ettiğini ancak peygamberin vefatından sonra ataerkilliğin tekrar baskın hale geldiğini ileri sürüyor. Feminizmle ilgili okumalar yapanlar bilir ki ataerkilliğin kaynakları çok daha eskiye dayanır.


İslam, kız çocukları ya da kadın lehine önemli mücadeleler vermiştir. İslam’ın ortaya çıktığı coğrafyada diri diri kız çocuklarını gömme hadiseleri yaşanmaktaydı. İslam böyle bir uygulamaya son verdi ki İslam, peygamberinin gözünde son derece utanç verici bir uygulama idi. Bu gerçekliği hafife almamak gerekir. Elbette ki her şeyi tamamen bir çırpıda değiştirmek mümkün değildir. Bin yıllardır baskın olan ataerkil bir kültür ile mücadele etmek o kadar kolay değildir. Toplumsal değişim denen şey de zaten bir anda olabilen bir şey değildir, gerçekliğe aykırıdır bu durum. Çok eşlilik benzeri suçlamaları bu minvalde tekrar değerlendirmek gerekir ki kitapta Hayreddin Karaman’ın vurguladığı üzere peygamber, damadı Hz. Ali’nin kızı Fatıma hayatta iken başka biriyle daha evlenmek istemesine kendisi engel olmuştur. İslam’ın izin verdiği bazı durumlar ağır şartlara bağlanmıştır. Bunları farzmış gibi, koşulsuz şartsız müsaadeymiş gibi algılamak cehaletten başka bir şey değildir.


Kitabın üstünde durduğu bir diğer öneli nokta da şu ki ilim camiasında erkek egemen bir hakimiyet oluşması, toplumsal yaşamdaki roller üzerinde etkili olmuş ve kadınları camiden dahi dışlayan bir zihniyet meşrulaşabilmiştir. Halbuki biz biliyoruz ki peygamberin, eşi Hz. Aişe ile olan ilişkisi ilmi paylaşım noktasında son derece yoğundur ve Hz. Aişe hadis rivayetçileri arasında çok önemli bir isimdir. Eğer İslam, kadınları ilim sahasının dışında tutmak isteseydi peygamber eşleri ile istişare etmez, onlarla ilmi konularda paylaşımda bulunmazdı.


Aile, İslam medeniyeti inşasında önemli bir yere sahiptir. Kitapta vurgulandığı üzere peygambere vahiy geldiğinde peygamberin vahyi alıp götürdüğü ilk yer evi, eşi olmuştur. İlk eşiyle paylaşmıştır onu ve ilk Müslüman da peygamberin eşi Hz. Hatice’dir. Yeni medeniyetin temelleri ailede atılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de aileye ilişkin sayıca çok fazla ayetin yer alması da kitapta başka bir gösterge olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca peygamberlerin hayatlarının hep aile üyelerini de kapsayacak şekilde hikâye edilmesi de bir diğer işaret. Aileyi bu anlamda değerli bulmakla birlikte aileyi başta da ifade edildiği üzere kutsallaştırmamak da gerekir. Aksi takdirde aileden beklenti abartılı bir hal alabilir ve tüm sosyal sorunların faturası aileye kesilebilir. Aileyi yüceltmek, ayrıca boşanmaya karşı gereksiz bir direnç de oluşturabilir. Kemal Sayar’ın vurguladığı şekliyle boşananlar kendilerinde inanç zafiyeti olduğunu düşünebilir ve boşanması daha hayırlı olabilecek insanlar üzerinde bir baskı oluşabilir.


Aileye önem vermek demek kitabın son kısmında Turgay Aldemir’in vurguladığı üzere aileyi korumaya yönelik sosyal politika üretmek demektir. Örneklerle bu durumu açıklamak istiyorum: Boşanmaları sorun olarak görüp önlemek isteyen bir hükümet evlilik öncesi süreçte ve evlilik sürecinde ailelere yönelik profesyonel danışmanlık hizmeti sunar. Bunu yaparken de herkesin eşit bir şekilde bu hizmete erişimini sağlar. Çocuklar ile ebeveynlerin yeterince vakit geçirmesini ve böylece sağlıklı nesillerin yetişmesini arzulayan bir hükümet başta doğum izni olmak üzere, çocuklu ebeveynlere yeterli yasal izni güvence altına alır, gerektiğinde bir ebeveynin çocuğa sürekli bakım verebilmesi adına maddi destek sağlar. Somut sosyal politikalar geliştirmeksizin aileye ilişkin sorunları ardı ardına sıralamak ve sorunların kaynağına dair büyük büyük iddialar ortaya atmak mantıklı bir tutum olmasa gerek.


Sonuç olarak şunları söyleyebilirim: Değişim kaçınılmazdır, değişimden etkilenmemek kaçınılmazdır. Önemli olan değişime nasıl cevap verileceği ve ona nasıl adapte olunabileceğidir. Aileye kutsiyet atfedip aile değerlerini yok etmeye kalkışanlar olduğunu varsayarak aşırı korumacı bir tavır sergilemek de aile kurumunu ciddiye almayıp rüzgarda savrulmasına göz yummak da makul bir yaklaşım değildir. Yaşanan değişimi iyi okuyabilmek, o değişimi anlayabilmek gerekir.