10 Haziran 2020, Çarşamba

16.01


Richard Sennett'in diğer kitaplarını mercek altına almışken bu kitabının içeriği dikkatimi çekti. İki Sürgün hikâyesi yer alıyor bu kitapta ve biri Venedik Yahudi gettosunu ele alıyor. Diğeri de hayatının büyük bölümünü Britanya'da sürgünde veya Kıta Avrupası'nda şehirden şehire sürüklenerek geçiren, on dokuzuncu yüzyılın büyük Rus reformcusu Alexan-der Herzen'in hayatı etrafında gelişiyor.


Yahudiler için "sürgün" kelimesi kalp atışları kadar onlara yakın olan bir kelimedir. Tarih boyunca ve en kanlı halini Hitler'in geliştirdiği nefret saldırılarına mahkum olan yüzlerce yıllık bir sürgün bu. Suçlunun da suçsuzun da nasibini aldığı, gencin de yaşlının da ölüme terk edildiği sürgünlerdir bunlar.


Nazilerin Belçika’yı işgaline karşı direnişe katılan Jean Améry, Gestapo tarafından yakalanarak 1945 yılına kadar Auschwitz, Buchenwald ve Bergen-Bersen toplama kamplarında kaldı. 1937 yılında tanışıp evlendiği Yahudi kökenli karısıyla Nürnberg'den Belçika'ya kaçmıştı. Gestapo tarafından yakalanınca da karısı kalp rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetmişti. Jean Améry, Yahudi bir baba ile Katolik bir annenin tek çocuğu, babası Birinci Dünya Savaşı'nda ölünce Katolik olarak büyüdü. Ama bir insanın özüne olan dönüşünü kimse engelleyemiyor, bu dönüş özgürlüğünü Gestapo'ya teslim etmek veya eşini kaybetmekle sonuçlanmış olsa da engellenemiyor.



Jean Améry "sürgün" için şu sözleri söylüyor:


"Sürgünlüğün ne olduğunu bilen, yaşamdan da bazı yanıtlar almış demektir; ama karşılaştığı ve yaşamadan kaynaklanma sorunların sayısı daha da kabarıktır. Yanıtlardan biri artık, geriye dönmek diye bir şeyin olamayacağı, çünkü bir yere yeniden ayak basmanın hiçbir zaman yitirilen zamanı yeniden kazanmak anlamına gelemeyeceği yolundaki o sıradan saptamadır."


Bir başka Yahudi sürgün Zweig, 'Yarının Tarihi' adlı ünlü makalesinde ise şunları demekteydi:


"Şimdi sistemler, partiler, sınıflar, ırklar ve ideolojiler arasında bir nefret söz konusu...

Sözde bir barışın ortasında dünyamıza açık seçik savaşçı bir atmosfer hakim."


Sonra en çarpıcı kitaplarının başında gelen "Dünün Dünyası"nda şu ifadeleri kullanıyordu:


"Bugünüm, bütün dünlerimden öylesine farklı ki... Kimi zaman bir değil, birkaç yaşam sürdürmüş olduğum duygusuna kapılıyorum. Çünkü çoğu kez oluyor, öyle rastgele: 'Yaşamım' dediğimde, ister istemez kendime, 'Hangi yaşamım?' diye soruyorum. Dünya savaşından, yani birincisinden veya ikincisinden önceki mi, yoksa bugünkü mü?? Sonra yine kendimi: 'Evim' dediğimde, eski evlerimden hangisini kast ettiğimi söyleyemezken yakalıyorum... Bugünümüzle, dünümüzle ve daha önceki zamanlarımızla aradaki bütün köprüler yıkılmış..."


Richard Sennett ilk bölümde Vatikan Gettosunu ele alıyor. On altıncı yüzyılın Venedik'i. Sennett'e göre Venedik gettosunda tecride zorlanan Yahudiler bu durumu ilk kez lehlerine çevirip bir cemaat olma durumunu, organik bir mekân yaratma durumunu kendi içlerinde başardılar. O zamanki Venedik, Avrupa şehirlerinin içinde en güçlü polis gücüne sahip olan şehirdir. O yüzden Yahudilerin tespit edilip tecride maruz kalmaları daha kolay olmuştu. Venedik gettosu oluşana kadar Yahudiler Avrupa şehirlerinde çok dağınık, küçük hücreler halinde hayatlarına devam ediyorlardı. Çünkü zulümden kimliklerini gizleyerek korunabiliyorlardı.


Ama Venedik, toplum tarafından istenmeyen Yahudileri kaybetmek istemiyordu. Çünkü ekonomik güç Yahudilerin elindeydi. Maddi açıdan çok büyük bir kazanç olan Yahudileri sürgün etmek yerine tecrit etmek çok daha mantıklı olacaktı.


Ghetto kelimesi de İtalyanca'da "dökümhane" anlamına geliyordu. Doldurmak, bir sıvıyı dökmek anlamındaki 'gettare' fiilinden gelmektedir.


1500'lü yılların başında artan nefret söylemleri Yahudileri ayrı bir yerde toplamak için ayrı bir alan bulma fikri yöneticiler tarafından icraata geçirildi ve Ghetto Nuovo adlı şehir Yahudilerin gettosu olarak seçildi.


Tasarlanan şehir merkezden epey uzak, her tarafı suyla kaplı bir toprak parçasıydı. Dış dünyaya açılan iki köprü vardı, bunlar kapatılınca Venedik Yahudi Gettosu kurulmuş olacaktı. Artık Hristiyanlar sadece gündüz saatinde oraya gidip alışveriş yapabilecek, Yahudiler de gündüz saatlerinde oradan ayrılabilecekti. Akşam olduğu vakit tüm Yahudiler gettoda olmalı ve içeride hiçbir yabancı olmamalıydı.



1541 yılına gelindiğinde ekonomik durumu kötüye giden Venedik, gümrük duvarlarını indirdi ve sürgün etmek için hazır bulunan, maddi durumu da iyi olan bir sürü Yahudi Venedik'e akın etti. Özellikle Romanya ve Suriye'den göç eden Levanten Yahudiler çoğunluğu oluşturuyordu. Venedik'in ekonomik hayatını canlandıracak bu Yahudilere yeni bir yer açmak adına eski getto genişletildi ve onlara da yer bulunmuş oldu.


Daha sonra Papa Paulus yeni bir taktik denemek için Roma gettosunu kurdu. Tam bir hayal kırıklığı... Çünkü papa, rahipleri ev ev dolaştırıyor, Yahudileri İsa'nın kelimeleriyle kendine çekmek istiyordu. 4000 getto sakini Yahudi'den sadece 20 tanesi din değiştirmeye yanaşmıştı. Venedik gettosunun Roma gettosundan farkı da buydu. Venedik gettosu tecrit yeriydi; kentten uzak, din değiştirme uğraşı verilmeyen Venedik'in marjinallerinin barındığı yerdi.


Bazılarının aklına neden Yahudilerin mal varlığına el konulmuyor, diye bir soru gelebilir. Sonuçta bir Yahudi sadece parası için hayatta kalabiliyordu. Kimse ona insan oluşundan dolayı yaşam hakkı tanımıyordu. Venedik o zamanların en gözde şehirlerinden biriydi. Sözlü hukuk kurallarının çok büyük oranda yerine getirildiği, Avrupa ile Doğu, Avrupa ile Afrika arasında bir kapı konumundaydı. Bu kilit şehir rolünü de nereden gelirlerse gelsinler tüm insanları sözlü hukuk kurallarına dahil etmekten kazanıyordu. Yani Yahudi'nin parası hükümetin koruması altındaydı ama gasp etme yerine sermaye olarak elde etme yolunu seçmek zorunda ve Yahudileri gerekirse tecrit ederek, gerekirse fişlemeler yaparak ikici sınıf vatandaş haline getirme söz konusu olsa da korumak zorundaydı.


Venedik'te Yahudilerden başka tehlikeli bir grup daha vardı. "Cortigianeler" kimseye bağlı olmayan yüksek kademeli fahişelerden oluşuyordu bu grup. İşte Yahudiler ve Cortigianeler günlük hayatta 'soylu'lardan ayırt edilemiyordu. Ayrıcalıklı bir konuma sahip olan fahişeler müşterileriyle yemeklere, konserlere gidebiliyordu. Gezmelere çıkabiliyordu. Kilise bu tehlikeyi sezdi. Evli erkeklerin din buyruklarını es geçip eşlerinin yerine bu fahişeleri tercih etmeye başlaması bir önlem almayı gerektirdi.


Artık kilise çanları çalacak, duyurular yapılacaktı... Cortigianeler bundan sonra sarı eşarp takacaktı. Yahudiler ise sarı rozet takmakla yükümlüdür. Cortigianeler sarı eşarp takarsa devlet onlara hiçbir şey önermiyordu, yani onlar zaten ahlaki bozan unsur olarak görülüyordu, onlar sadece eşarp takmakla yükümlüydü. Ama bir Yahudi gettoya girip sarı rozet takmayı kabul ederse devlet ona Sinagog açması için izin veriyordu. Nasıl bir istismar boyutudur bu, artık siz düşünün...


Yıllar geçtikçe Yahudilere olan nefret söylemleri artacaktı. Öfkeli Hristiyan gruplar Yahudilere saldıracaktı... 1639 yılında ise tam bir Yahudi katliamı olacaktı. Ondan sonra gettolaşamaya isyan eden Yahudiler yeni bir sürgüne doğru hareket edecek, kalanlar ise boyun eğmeye devam edecekti.


İkinci bölümde Aleksander Herzen'in yabancılaşmış dünyasına adım atmadan önce yazar-ressam Édouard Manet'in sanatına değiniyor. Manet'in tuvalinden çıkan resimleri tuvalde değil de başka bir yerde aramamızı istiyor. Resimleri o yere ait olamamanın hikayesini aktarıyor. Yerinden edinmişlerdir onun malzemesi. Mülteciler, sürgünler, göçmenler...


Richard Sennett, Manet ile başlayarak sonrasında Herzen'e geçiyor ki ilerleyen bölümlerde onları bazı anlarda birleştirmek adına seçilen bir yoldur. Herzen 1847'de 35 yaşındayken Çarlık rejiminin baskıları yüzünden Rusya'dan ayrılıp Paris'e yerleşti. Bir daha dönmediği memleketinin yerine yeni memleketler inşa etti kendisi için. Paris, Roma, Londra... canının istediği vakit hissettiği yeri memleketi olarak görmeye başlayan bir yabancı Herzen. İkinci sürgün öyküsü yabancılık duygusunun ideolojik temsilcisine ayrılmış Herzen'e... İlk devrimci hareketin kurucusu ve Rus Sosyalizminin babası olarak kabul edilir Herzen.


"Yavaş yavaş gidecek hiç ama hiçbir yerim ve herhangi bir yere gitmek için hiçbir nedenim olmadığını anlamaya başladım."


Herzen'in kaleminden böyle sözler dökülecek. Bu sefer yabancı ırkından dolayı değil de siyasi görüşünden toplumundan tecrit edilen, sürgüne gitmeye zorlanan Herzen olacaktı.


Herzen Sosyalist hareket konusundaki umutlarını mültecilere bağlayan biriydi. Yerinden edilmiş olmaları, kendilerinden ötesini görmeleri konusunda yardımcı olabilecekti Herzen'e göre. Lakin o yerinden edinilen insanların yabancılık duygusu karşısında tökezleyeceklerini hesaba katmamıştı. Kendisi gibi oldukları yeri memleketleri olarak görecek olduklarını düşünmüştü belki de... lakin milyonlarca yabancı canlı canlı yakılacak, yeryüzünde gidecek herhangi bir yerlerinin olmadığını çok iyi anlayacaktı yakın gelecekte...


Bu kitap bana Aleksander Herzen'in düşüncelerini biraz daha anlamak adına eserlerini okuma listeme eklemem konusunda, Édouard Manet'in sanat eserlerini daha fazla inceleme noktasında uyarılarda bulundu. En önemlisi de anayurdunda boğuluyor hissine kapılan herkesin Herzen'in şu sözlerine katılacağını göstermiş oldu:


"Etrafı sessizlik ve yalnızlıkla kuşatılmış: Hiçbir umut, insana yaraşır bir haysiyet barındırmayan dilsiz bir itaatten ibaretmiş her şey ve aynı zamanda son derece sıkıcı. Aptalca ve bayağı imiş."


Ben dünyadaki hiçbir ırkın diğerinden üstün olduğuna inanmıyorum. İnsanların da dünyada meydana gelen bazı ırkçı söylemleri kınayıp kendi ırkının üstün olduğunu savunması da ayrı bir durum. Amerika'daki siyahilere olan nefret söylemelerine tepki gösterip ülkesindeki Arap ırkına mensup Suriyeli sığınmacılara nefret söylemlerinde bulunmak da ayrı trajik bir durumdur. Bir ırka mensup olmak insanı üstün kılmaz. İnsan kalabilmek adına pozitif bir dünya görüşüne sahip olmak insanı üstün kılar. İnsana insan olduğundan ötürü önem verenler daima üstün konumda olacaktır. Onların altında: Irkçılar, faşistler, cinsiyetçiler, insanı ve hayvanı sömürmeye yönelik yaşam süren tüm insanlar yer alacaktır.


Tarihte gerçekleşen kanlı ırkçı saldırılar ve hâlâ günümüzde nefret içerikli söylem ve eylemlerle devam eden ırkçı saldırıları okumak, görmek, izlemek de mi insana bir şey katmıyor? En tehlikeli ırkçılık biçimi de pasif ırkçılık, bunlar vurup öldürmez ama öldürülene de üzülmez ve bunlar her eyleme içten destek verirken başına bir iş gelmesin diye sessiz kalan ırkçılardır. Bu sessizlik durumu da eylemci ırkçıların hareket alanını genişletmeleri adına uygun yeri ve zamanı bulmalarını kolaylaştırmaktadır.


Irkçılık hastalıklı bir düşüncedir. Her türlü nefret söylemi hastalıklı bir düşüncedir. Geç kalmadan veya geç olmadan bunlardan sıyrılıp insan olmak adına uğraş vermek gerekir.


Herzen'in bir cümlesi ile bitiriyorum.



"Etrafımda yabancı bir ırk karman çorman toplaşıyor, okyanusun ağır soluğuna sarmalanmış, dağılıp kaosa dönüşecek bir dünya... "