Gözlerini masanın üstündeki deftere dikti. Kırık beyaz yapraklar arasında yazacak bir şeyler arıyordu. Kalemi eline aldı, ama herhangi bir kelime düşünemedi. Kafası, bir yandan dışarıdan gelen sokak gürültüsüne takıldı. İnsanların koşuşturması, ara sıra yükselen gülüş sesleri... Hepsi bir aradayken, herkesin bir anlam taşıyor gibi gözüktüğü bu dünyanın anlam duvarları arasında yalnız hissediyordu kendini.


Kalemi kâğıda koydu ve dışarıdaki manzarayı izlemeye koyuldu. Sokak lambalarının titrek ışığı, yavaşça dans eden yaprakların üstünde oynuyordu. Bu ışık, her bir yaprağın kendine ait bir varlık olduğunu haykırıyor gibiydi. Her bir yaprak, diğerleriyle aynı rüzgarı paylaşıyor olabilirdi, ancak yine de tek başınaydı. Cadde boyu sürüklenip giden insanlardan ne farkı vardı? Bunu düşünürken, aniden fark etti bilincin yalnızlığını. Kendi düşüncelerinin, duygularının ve anılarının sadece ona ait olduğunu fark etti. Başkalarıyla iletişim kurabilirdi, ama bu bilincin yalnızlığını asla paylaşamazdı. Bir insanın iç dünyası, en derinlerdeki denizlerden bile daha derindi. Herkes kendi içinde ucu bucağı kestirilemez bir deniz, derinliği ölçülemez bir çukur; her an genişleyen bir evren gibiydi.


Bir hüzünle defteri kapattı. İçini soğuk bir hava boşluğu kaplamıştı. İç dünyasındaki bu gezintiye devam etmek istedi, ama her adımında bu yalnızlıkla karşılaşacaktı. Masanın başındaki sessizliğe geri döndü. Kâğıtlar, kelimeler ve düşünceler... Hepsi onunla birlikte var oluyordu, ama sadece onunla. Kendi bilincinin sessiz çığlığını dinlerken, içsel yalnızlığı daha da derinleşti. Bu farkındalık, her an genişliyordu içinde.


Derin bir varoluş krizi içinde ne yapacağını şaşırdı; masadan kalktı, gitmek istedi. Gitti, ve masaya geri döndü. Masadan tekrar kalktı ve bir umutla pencereden dışarıdaki manzaraya daldı. Zamanla umutları da cadde boyu sürüklenip giden insanlar gibi dağıldı. Koca bir cadde artık bomboştu. İç dünyasındaki karmaşık bir labirentte kaybolmuştu artık.