Suskunduk.


Karşı apartmandaki ihtiyarın panjur sesi bozdu suskunluğumuzu. Sigara içmek için ne zaman balkona çıksa, açardı panjuru. Oysa bana hep saçma gelmişti, sigaradan zehri tüten birinin oksijeni soluma telaşı!


Kadehine uzandığında hoş bir koku yükseliyor sarkan tişörtünün içinden.


Kapatıyorum gözlerimi, çok eski bir hatıra canlanıyor gözümde… Radyoda Nilüfer: "seni beklerim öptüğüm yerde" Suskunluk sürüyor. Bekliyorum oysa, ilk söz ondan çıksın diye. Söylenecek sözün olmadığı durumlar, en boktan durumlardır. Son yudumunu içiyor kadehten…


Sıcak bir İzmir akşamı, hafif nemli, camlar açık. Üzerimde şortum ve tişörtüm, terliyorum. Üzerinde mini penye bir etek var, bol bir etek ve üstüne düşen bol bir tişört ki karanlıkta tam göremiyorum. Ama sanırım benim tişörtlerden biri.


Birden sehpaya uzanıp bir sigara yakıyor. "Yaz gibisi var mı?" diyor, balkona doğru giderken. Onu balkonda izlerken fark ediyorum sokak lambasının evime bu kadar yakın olduğunu. Dumanı her üfleyişinde gökyüzüne kaldırıyor başını. O an "sigaramın dumanı da dumaaanıı" şarkısı geçiyor aklımdan. "Sen şiir seversin, okusana bi’ tane" diyor. Bu sefer kanepeye, yanıma oturuyor; bir bacağını altına alarak bana dönmüş, kolunu kanepeye yaslamış bir vaziyette. Bacaklarına bakıyorum, her ne kadar "Şu an sırası değil," desem de alamıyorum kendimi. Büyük bir sarayın mermer sütunları gibi duruyor önümde.


Henüz vakit varken, gülüm,

Paris yanıp yıkılmadan,

henüz vakit varken, gülüm,

yüreğin dalındayken henüz,

ben bir gece, şu Mayıs gecelerden biri,

Volter Rıhtımı’nda dayayıp seni duvara

öpmeliyim ağzından


Uzanıp dizime koyuyor başını, sol eli bacağımın üzerinde. Yukarı sıyrılan eteğinden, bacağının görünen kısmına takılıyor bu sefer gözlerim. Bazı kadınlar vardır, cazibeleriyle her istediğini yapacağını sanan. O anlardan değildi. Hüznün her ânını bir çocuk masumiyetinde yaşardı. "Uykusuzum," diyor, ben de öyle, üstelik yorgun. "Yatalım istersen," diyorum. "Son bir kadeh daha içelim," diyor.

Ayağa kalkıp ikimize de şarap dolduruyor. Arkası bana dönük, dizlerini kırmadan eğiliyor, eteği yukarı doğru çıkıyor. Tişörtüyle sütyenini aynı anda çıkardığında fark ediyorum, ellerimin eteğinin altından kalçalarını kavradığını. Bir yudumda içiyor bütün kadehi, benim kadehimdekini ise yıkanırcasına döküyor memelerinin üzerine. Dönüp kucağıma oturuyor… Gözlerimi açar açmaz saate baktım, dörde geliyordu. Bir sigara yaktım. Tekli koltuğa geçip uykudaki hâlini izledim biraz. "Başından beri bunu istiyordun" dedim kendi kendime, şiiri okurken bile o duyguya sahip değildim, bunu istiyordum.

Suskunum…

Âşıklar birbirine iki armağan sunarlar; biri ruhları diğeri ise bedenleridir. Hangisini önce sunacağımızı biz değil, aşkımız belirler. Âşık olduğumuz kadınla cinsellik yaşama dürtüsü gibi bazen de cinsel başlangıçların aşk getirisi olur. Ruh aşkta özneyi sorar, beden yüklemi. İkisinin yer aldığı cümledir, aşk. Ben onu arzuladım. Peki ya o! Neden teslim oldu bana? Hangi dürtüleri ağır bastı acaba! "Sen neden teslim oldun bana?" dediğimde anladım sesimin benden taştığını, gözlerini açıp bana baktı. Yüzüne dökülen saçlarını toparladı eliyle ve "Sus artık" dedi; "Sus…" Suskunduk…

Suskunluk ardı…

Saat sabahın kaçıydı bilmiyorum ama güneş henüz kızılcaydı. Sanki toprağa sırtüstü uzanmış da mesai öncesi bir sigara yakmış gibi. Hiç aklımda yokken, güneşi öyle görünce canım çekti nedense! Sabahın hafif serinliği tüylerimi ürpertecek kadar titretiyor içimi. Oysa çok değil, bir iki saate kalmaz başlar mesai ve başlar bunaltan İzmir sıcakları. İzmir’de sıcaktan daha kavurucu bir şey varsa o da; sıcağa inat rahat kıyafetler içindeki İzmir kadınlarıdır.


Bir ses geliyor içeriden, evin içi henüz karanlık, kafamı uzatıp bakıyorum. Çakmağı ateşlediğinde aydınlanıyor yüzü; tıpkı bir Rönesans aydınlığı gibi, tıpkı bir Fransız İhtilâli gibi. Her baktığımda teslim oluyorum bu kadına. Karanlık zamanlarda, henüz icat edilmişken ateş, sırf bu güzellikten mahrum etmedi diye, sırf bu yüzden bile, tapardım ateşe. Yumuşak adımlarla geliyor bana doğru, çırılçıplak. Göğsüne kadar gelen pencerenin ardında durmuş, beni seyrediyor. Saçları omuzlarından pencerenin üstüne denk, dolgun ve kalkık memeleri...

Masanın üzerindeki kül tablasında söndürüyorum sigarayı, yanına doğru sessizce sokulup sırtından öpüyorum. Süzüyorum bütün bedenini, onu çok iyi tanıdığımı sanıyordum. Keşfetmediğim hiçbir yeri kalmamıştı bana göre. Ancak yanılmıştım…

Duşa attım kendimi, öylece durdum suyun altında. Uykusuzluktan yanan gözlerimi yumdum, düşünmeden, hareket etmeden öylece durdum. Ayak parmaklarıma kadar ıslanınca hissettim üşüdüğümü ve o an aklıma geldi dün akşamki kavganın ilk cümlesi: “Bir şeyler azalıyor sanırım,”

Azalmadan önce…

Gülce. Çaresizliğin, tükenmişliğin, pes etmişliğin tam ortasında çıktı Gülce karşıma. Gözleri aydınlık, gözleri umuttu, umudum oldu. Elleri küçük ve soğuk, bu yüzden hiç usanmadan tuttum ellerini. Elleri… Korkup avucuma saklanmış bir güvercin gibiydi elleri, telaşını hissederdim ellerimde. Bir anda her şeyin bu hâle gelebileceğini kim bilebilirdi? Zaman ve aşk… Bir cam ustasının titizliğiyle işliyordu bizi zaman. Ateşin her hâline daldık beraber ve her seferinde aşkla çıktık. Ne ara bu kadar kırılgan olmuştuk?


Zaman… Ölümün sesidir zaman; tik tak, tik tak. Umursamadan harcadığımız her an… Yaşamın nabzıdır zaman.


Otobüste karşılaşırdık her sabah. Benden önceki duraklardan birinde binerdi, zaten benden önce üç durak daha vardı. Her sabah aynı koltukta otururdu, körüklü otobüsün üçüncü kapısının hemen arkasındaki koltukta, cam kenarında. Her sabah bir kerecik baksın diye, yüzüne baka baka geçerdim yanından ve geçip hemen arkasındaki koltukta otururdum. Bizim o iki koltuk, çok kalabalık olmadığından pek binen olmazdı o saatte. Sürekli kitap okuyordu, yabancı kitaplar. Bir keresinde elimde Ömer Lütfi Mete’nin "Gülce" adlı şiir kitabıyla binmiştim otobüse. Kulaklığı takıp müzik dinleyeyim derken, kitap elimden düşmüş, koltuğun altından kayarak ayaklarının altına kadar gidivermişti. Kitabı alıp bana uzatırken "Uçurumun kenarındasın Hızır" demişti. Gülce şiirinden bir parça…

"Biliyorsun sanırım?"

"Bilmem mi, bana yazılmış bu şiir."

Öyle güzel gülümsedi ki, o an anladım uçurumun kenarında olduğumu. Seksenli yılların milliyetçi yazarı Ömer Lütfi ve Gülce’nin babası o zamanlar memleket sevdalısı birer genç milliyetçiler… Ömer Lütfi hayranı olduğu için koymuş Gülce adını.


Uçurumun kenarındayım Hızır

Ulu dilber kalesinin burcunda

Muhteşem belaya nazır…


Kim bilir kaç kez okudum bu şiiri. Bela geliyorum demez ya, geldi işte. Aşk da bir beladır aslında. O gün uçurumun kenarındaydım, aşkın boşluğuna bıraktım kendimi, ayaklarım yere basmıyordu. Bugün de uçurumun kenarındayım. Ayaklarım basıyor yere, öfkeyle basıyor, buruklukla ama yine de aşkla. Uçurumun kenarındayım…


Fransız Kültür’de dil eğitimi alıyordu Gülce, aynı zamanda da bir hukuk öğrencisiydi. Eğitimini Fransa’da tamamlamaktı isteği. Başından beri biliyordum. Fakat bir türlü kabullenememiştim bunu. Ve şimdi sadece eğitim de değil, imkânlar el verirse kalmayı bile düşünüyordu! Dün, bütün akşam bunu tartıştık durduk. İkimiz de kararlıydık. Gülce çok az konuşur, ama yağmur etkisi yaratırdı sözleri. Kimi zaman yaz yağmuru gibi ferah kimi zaman kışın ortasında donuna kadar ıslatan… Söylenenlere kapattım kulaklarımı, ne denilirse denilsin asla vazgeçmeyecek ve gidecekti…


Uçurumun kenarındayım, ayrılık beni ha itti ha itecek…