SIRÇA FANUS VE İNTİHARA SÜRÜKLENEN BİR YAŞAM

 

Toplumun tabu konularından birisi etrafında sert adımlarla dolaşan ve yarı otobiyografik ögeler barındıran bir roman Sırça Fanus. Kitap boyunca ana karakter Esther Greenwood’un, toplumun ondan beklentileriyle birlikte yaşadığı kimlik karmaşasından dolayı adım adım intihara sürüklenişine eşlik ediyoruz. Bu sürüklenişi, kitabın yazarı Sylvia Plath’in hayat hikayesinde de görebiliriz. Özellikle günlüklerine göz atıldığında, Sırça Fanus romanıyla gösterdiği paralellik hatırı sayılır bir boyutta. Bu yüzden yazarın tüm o süreci, hissiyatları çok gerçekçi ve etkileyici bir biçimde romana yansıttığını düşünüyorum.


Roman boyunca oldukça depresif bir dil kullanılmış olsa da aynı zamanda mizahi bir tutum da söz konusu. Yazar, ağdalı bir dil yerine yalın ve samimi bir dil seçmiş. Bu da biz okuyucuların ana karakterle daha yakın bir ilişki kurmasını sağlıyor. Bu sayede intihar sürecini, sebeplerini onunla birlikte hissedebiliyor ve görebiliyoruz. Benim fikrime göre Esther’i bu duruma sokan temel sebep düşük benlik algısı. Bu algının getirisiyle de toplumsal dayatmalara karşı gerekli duygusal direnci gösteremeyerek kendini koca bir Sırça Fanus’un içerisinde kim olduğunu bilemeyen bir halde buluyor. Kısacası, toplumsal dayatmaları, özellikle kadına yönelik olanları tetikleyici unsur olarak ele alabiliriz diye düşünüyorum. Fakat öncelikle benlik algısının neden gelişemediğine değineceğim. Sonrasında ise toplumun kadına olan dayatmalarından ve tüm bunların intihar fikrine etkisinden bahsetmek istiyorum. Çünkü ancak Esther’i ve yaşantısını anlayabilirsek onun intiharla kurduğu bağı anlayabileceğimizi düşünüyorum.


Esther’in babası, Esther 9 yaşındayken vefat ediyor. Karakterimiz, kayıp sonrası yaşaması gereken yas sürecini, annesinin bunu yönetememesinden kaynaklı olarak yaşayamıyor. Bu durum da Esther’e güçlü bir travma olarak geri dönüyor. Çünkü kaybın sonrasındaki yıkım hissiyatı ve suçlayıcılık özümsenip dışa vurulamıyor. Sonuç olarak, karakterimiz tüm acıyı kendi benliğine yönlendiriyor. Geriye de elimizde parçalanmış, gelişememiş bir benlik kalıyor. Düşük benlik algısı da kişiyi kendi içindeki ve çevredeki her türlü saldırıya karşı savunmasız hale getiriyor. Kitabın daha henüz başlarındayken bile aslında yıllardır içerisinde bulunduğu çökkün ruh halinin yansımalarına rastlıyoruz. Fazlasıyla belirgin bir şekilde depresyon belirtileri göstermekte karakterimiz. Mutsuzluğunu açıkça dile getiriyor. Fakat kitap biraz daha ilerledikçe şöyle bir itiraf alıyoruz “katıksız bir mutluluğu ancak dokuz yaşına kadar tatmış olduğumu şimdiye dek fark etmeyişimin ne garip olduğunu düşündüm.” (Plath, 1963, s.78). Aslında yalnızca bu birkaç satır bile bize görünürdeki yaşamdaki afallamışlığın temelini çok net bir şekilde gösteriyor. İlk intihar girişimine kadar birçok sayfada karakterimizin ne olmak istediğini bilmediğini, sürekli oradan oraya bir uçtan öbür uca atlayıp durmak istediğini görüyoruz. Hatta, kendisini tanımıyor bile. Kendisine olan yabancılığın izleri de kitapta ara ara karşımıza çıkan ayna simgesiyle beliriyor. Aynada ne zaman kendisine baksa bir türlü kendisini göremeyen, çok farklı benzetmeler yapan bir karakter Esther. Bir diğer ize de yabancılara kendisini takma isimlerle, uydurma hikayeler anlatmasıyla rastlıyoruz. Kendiyle bütünleşememe ve yabancılaşma, düşük benlik algısının bir uzantısı olarak ortaya çıkıyor.


Gelişememiş benlik algısından sonra Esther’i ve intihar fikrini daha iyi anlayabilmek adına şimdi de kadına yönelik toplumsal dayatmalara göz gezdirmekte fayda var. Roman, Esther’in yazın New York’ta staj yaptığı süreçle birlikte başlıyor. Bu yaşına kadar derslerden hep pek iyi almış, ödüllerle dolu bir yaşantıya sahip ana karakterimiz, büyük şehirde bulunduğu çevreyi daha kitabın başlarında “yozlaşmış” olarak nitelendiriyor. Stajyer diğer kızların modaya düşkünlükleri, erkeklerin peşinde dolaşmaları ve büyük hayallerinin iyi eğitimli birisiyle evlenmek olması Esther’i onlardan ayrıştırıyor. Çünkü Esther hayatını “iyi bir talip” bulup ona çocuk verip çocuklarına bakarak sürdürmek istemiyor. Toplumun ondan beklentileriyle uyuşmayı başaramıyor bir türlü. Fakat bu toplumsal baskıyla mücadele etmeye yetecek kadar güçlü bir benliği de yok. Bu yüzden karakterimizin sürekli olarak bocaladığına şahit oluyoruz. Bir yanı direnmeye çalışırken öteki yanı ne yapması gerektiğini bir türlü bilemiyor. Kadınların evlilik ve kariyer konularında hislerinin dikkate alınmaması, sorulmaması Esther için çok yaralayıcı bir durum. Zaten “ben” kavramını kendi içinde oturtamamışken bir de üstüne toplumun onun cinsiyet kimliğini yok saymasıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Kısacası bir uçtan iç dünyası onu intihar fikrine sürüklerken, hemen yanındaki uçtan da dış dünya onu aynı yöne çekiştiriyor. İkisinden birinin bile "ortalama" seviyede olamayışı ötekinin çekim kuvvetine dur diyemiyor. Esther için en çok üzüldüğüm şeylerden birisiydi bunu fark etmek. İnsanın hem çevresiyle hem de kendisiyle savaşmak zorunda kalmasının yıpratıcılığını onda da görebiliyordum kitabı okurken.

Yazının başlarında bahsettiğim depresyon belirtilerine değinmek istiyorum biraz da. Çünkü içsel sıkıntıların somut dünyada ortaya çıkışını gözlemlemenin intihar sürecini anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Karakterimizin yataktan çıkmakta zorlandığını, insanlarla iletişime çok fazla geçmek istemediğini, kitabın ilerleyen sayfalarında pek sık banyo yapmadığını görüyoruz. Ayrıca iç dünyasında ne kadar mutsuz ve tatminsiz olduğunu da bu sıralarda belirtiyor. İştah konusu da ayrı bir belirteç olarak karşımıza çıkmakta. Kitabın başlarında normal seviyenin üstünde sayılabilecek bir iştaha sahipken (ki bu da bir yeme bozukluğudur), kitabın ortalarında iştahının tamamen kesildiğine şahit oluyoruz. Aynı zamanda ciddi şekilde uyku sorunları da tüm bu süreçle birlikte baş gösteriyor. Esther’e göre günlerce gözüne uyku girmiyor hiçbir şekilde. Zaten ilk psikiyatriste gidişi de bu yeme ve uyku sorunlarıyla birlikte gerçekleşiyor. Bu sıralarda da ölüme ve intihara karşı ilgisinin oldukça arttığını görüyoruz. Bence, karakterimizin bu fikirle alakalı haşır neşirliğini arttırması aynı zamanda onu zihninde normalleştirmeye başlamasına da sebep olmakta. Örneğin, gazetede özellikle intiharla alakalı haberleri okuyor. Bir başka örnek de bulunduğu ortamlarda olası intihar yöntemlerini düşünmeye başlaması. Bunların, insanın intihar eylemini gerçekleştirmeye yakınlaştığı en yakın anlar olduğu söylenebilir. Karakterimizde kafasında çeşitli kurgular oluşturarak tehlike çanlarının çaldığını bize haber veriyor.


İlk adımı küvette jiletle kesmeye çalışarak atıyor fakat başaramıyor. Burada da yazının ilk başında bahsettiğim asıl sebeplere kendisi ses veriyor. “Sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da başparmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşması çok daha güç bir yerdeydi.” (Plath, 1963, s.78). Esther’in bedensel olgusunu ortadan kaldırmaktan ziyade o içsel sıkıntısını ortadan kaldırmak istediğine iyice emin oluyoruz. İntihar, çözülemeyen iç dünya sorunlarının insanı çaresizlik içerisinde bıraktığı noktada bir çözüm olarak vuku buluyor. Esther bir sonraki denemeyi kendisini asmaya çalışarak gerçekleştiriyor. Fakat bunda da başaramıyor, bu işe uygun bir tavanlarının olmadığına kanaat getiriyor. Buradaki en dikkat çekici nokta bence, karakterimizin eylemi net bir şekilde gerçekleştirene kadar aslında oldukça fazla zaman harcıyor olması. İntihar fikrine kapılır kapılmaz anında, kesin bir şekilde gerçekleştirmek yerine kendini oyalıyor gibi gözüküyor. İçsel bir direnme olabileceğini düşünüyorum bu durumun da. Kendisini her ne kadar fazlaca umutsuz hissetse ve kendi hastalığının tedavisinin olmadığını düşünse de bir arayış içerisinde. Şehir değiştirmek, Katolik Kilisesine katılmak gibi kaçış yöntemleri düşünüyor. Bu detaylar aslında durumun düşünüldüğü kadar umutsuz olmadığını gösteriyor bizlere, hala Esther’in içinde savaşan savaşmak isteyen bir parça var. En sonunda, bir kutu hapı içerek intihar girişimini gerçekleştiriyor. Başarısızlıkla sonuçlanan bu girişim sonrasında psikiyatri hastanesine yatırılıyor. İyileşme sürecinin başlangıcının bu bölüm olduğunu düşünüyorum ben. Özellikle psikiyatristiyle kurabildiği sağlıklı ilişkinin onu hayatta tuttuğunu ve bir nebze de olsa kendisini anlamasına yardımcı olduğu kanaatindeyim. Bu yüzden, intihara meyilli insanlar için uyumlu bir terapistin oldukça önemli olduğu kanısındayım. Yazının ilk başında bahsettiğim düşük benlik algısını geliştirmede yardımcı olacak, çözülememiş travmaların kapısını yavaş yavaş aralayacak bir kişi Esther için çözüme giden en doğru yol olarak gözükmekte. Romanda, Dr. Nolan’la olan konuşmalarına ya da düşüncelerine çok yoğun şekilde değinilmemiş. Yine de satır aralarında onunla konuştuğu sıralarda iyi hissettiğini ve sonrasında da tekrardan bir boşluğa düştüğünü okuyabiliyoruz. Kitabın sonu aslında ucu açık bir şekilde bitiyor, karakterimizin hastaneden çıkıp çıkamadığını öğrenemiyoruz. Fakat kitabın son sayfalarından intihardan uzaklaştığı ve tekrar iştahının açılması gibi olumlu durumların gerçekleştiğini görüyoruz. Bence bu gidişattaki en önemli etken, psikiyatristinin onunla kurduğu güvenilir bağdı. Bu sayede, benlik algısını geliştirme adımları atarak toplumsal dayatmalara dayanacak gücü kazandı.


Özetle, Esther küçük yaşta yaşadığı travmanın etkisiyle düşük benlik algısına sahip bir karakterdi. Bu yüzden de yaşı ilerledikçe toplumun ondan beklentilerine karşı savaşacak bir “ben”i yoktu. İç dünyasıyla ve dış dünyayla savaşamayacağını, kurtulamayacağını düşündüğü için de intiharı bir seçenek olarak gördü. Sırça Fanus, Sylvia Plath’in intihara giden yolda insanların neler yaşadığını, toplumun insana kurduğu baskıyı etkili ve keyifli bir dille okuyucuya aktarmayı başardığı bir eser.

 

REFERANSLAR

Plath, S. (1963). Sırça Fanus: Kırmızı Kedi Yayınları