Öyle bir bozkır düşünün ki çocuklara uçsuz bucaksız, büyüklere birkaç karış... Ortasında kocaman, küskün bir ağaç. Neye darıldığını umursamayan köye sırtını dönmüş, nice yağmurlarla sohbeti kesmiş, hayattaki son ademoğlu gelse bir yaprağını göstermemeye yemin etmiş.

Çocuklara Uçurtma Ağacı, büyüklere bir çeki kereste...

Köyde tek bir çocuk yoktur ki ona takılan uçurtmasını saatlerce seyretmeyen. Bu seyri ömür boyu, sadece Ziya sürdürmüştür. Derler ki sadece uçurtma değil dallardan düşmesini beklediği. Karısı evi terk ettiğinde yemenisi de uçup takılmış inat ağacına. Ziya günlerce, aylarca altında beklemiş. Elleri boş, yemeniden bir tel saçın düşmesine razı.

Biz aklı sağlamlar, delirmeyi kolay sanırız. Bir kere delirince hiçbir derdin kalmazmış gibi. Oysa dünya derdine çabuk düşenler unutur kederi, delilerse bir ömür taşır.


***


Ziya'nın karısı bir gece parasızlığa isyan edip iki oğlunu da yanına alarak evden kaçar. Öyle bir kaçıştır ki üçü birden sırra kadem basar sanki. İnat ağacından öteye ayak izleri bile görünmez olur. İlk gün arkasında bütün köyle kayıplarını arar Ziya. Sonra günbegün azalır ahali, umutları gibi. Civarda bakmadığı taş altı, ağaç gölgesi kalmamıştır. Güneşle birlikte karşısına dikilir ağacın, dudaklarında hiç bitmeyen dualarla bekler durur. Gece olunca umutsuzlukla birlikte küçük evine sığmaya çalışır. Yalnızlığı öyle artar ki evi bile uzaklaşır sanki köyden, içine içine çekilir. Önce gözlerini çevirir köy halkı, sonra sırtını, en son da damını, duvarını. Unuttuk sanırlar ama her salâda hatırlatır kendini Ziya. Köydeki her cenazede daha da dellenir. Anlarlar ki birer mezarları olmasına razıdır artık.


***


Ziya o gün, güneşten bile erken uyandı. Soluğu ağacın karşısında alıp yemeniyi seyre daldı. Ağacın en üst dalı aydınlandığında, tozlu bir rüzgar sardı etrafını. Kuru toprak gövde oldu rüzgara ve inat ağacından kopardı al yemeniyi. Uçtu uçtu, ağacın dibinde bir tümseğin üzerine indi. Karısına sarılır gibi kucakladı bez parçasını Ziya, onu affeder gibi affetti o an... Ağladı, ağladı...


Ayaklarının altındaki bedeni neden sonra fark etti. İrkildi. Yüzü gözü kir içindeki adam hiçbir yaşam işareti vermedi Ziya'ya. Ayakkabısının ucuyla iterek ters çevirdi. Adamın göz kapaklarında hissettiği küçücük bir titreşimle bağırmaya başladı. Yaşıyor dedi, şükürler olsun, yaşıyor. Al yemeniden artakalanları boynuna bağlayıp adamı evine taşıdı. Günlerce bekledi uyansın diye, uyanmadı adam. Ya da Ziya öyle sandı. Aklı yetişmedi bu kadar gün yemeden içmeden yaşamasına. O evde yokken adamın kalkıp ne bulursa yiyip içip yeniden yattığına, rol yaptığına, onu kandırdığına, söyleselerdi de inanmayacaktı belki.


Bu sahte nekahet döneminde, Ziya'nın aklı yarım hallerinden hayli faydalanan adam, sıkıldı bir gün ve ayılmaya karar verdi. Karısı dönmüş gibi bayram etti Ziya. Deliliğin beslediği yalnızlık, yalnızlığın körüklediği delilikle, adamın etrafında pervane oldu. Köyden kimselere demedi evdeki misafiri, kendine sakladı. İyice palazlanan adamın borusu fazlaca ötmeye başladı evde, emirler buyuracak kadar iyileşmiş gibiydi. Bir akşam Ziya'ya, içki bul bana, dedi. Ziya ne bilsin içmeyi, nereden bulsun içkiyi. Ama korkuyor, ya giderse. Beni yine kör yalnızlıklara bırakıp o da giderse diye.


Buluyor içkiyi Ziya, adam bağından habersiz. İçindeki bütün pisliği kusana kadar içiyor. Ne kadar zengin olduğunu, hangi gonca güllere konduğunu anlatıyor. Anlattığı güzellikler uzun sürmüyor nedense, hikaye gittikçe kararıyor, kötü kokuyor. Korku dolu sesler işitiyor Ziya zihninde, üşümeye başlıyor, adam sussun istiyor. Yeniden uyusun ve hiç uyanmasın diyor içinden. Adamın ağzından kara kara sinekler uçuyor sanki, bütün evi dolduruyor. Kovalıyor sinekleri Ziya, adam Ziya'nın havada dönen ellerini umursamaz, daha da karanlık şeyler anlatıyor. Uğulduyor sesler, uğulduyor... Bir ara tanıdık bir şey çınlıyor kulağında:

"Boynunda kırmızı bir leke."

"Benim dükkana bir kadın gelir giderdi. Sen anlamazsın. Böyle billur gibi, nasıl güzel. Tek kusuru vardı, boynunda kırmızı bir leke. E o da olacak o kadar. Hatun tam bir ateş parçası. Yazık oldu ama." Bütün çınlamalar kesilmişti Ziya'nın kafasında, pür dikkat dinliyordu adamı.

"Bak sen. Kadın deyince senin bile kulakların dikeldi ha! Kimlerdendir, nereden gelir bilmem. Birden peyda olur melek gibi karşımda. Ben de Allah gönderdi der."

Ziya midesinin bulandığını hissetti.

"Hep gündüz gelen kadın, bir gece çıktı geldi ansızın. Huylandım önce ama baktım asayiş berkemal, aldım yine koynuma. Baktım sabah oldu gitmek bilmedi. Ben sana kaçtım, dedi. Sen bilirsin dedim, ses etmedim. Öğle olmadan iki çocuk getirdi içeri. Meğer koynuma girmeden ahırda uyutmuş veletlerini. İstemem dedim, yürü git evine. Ben sürüklüyorum kolundan, çocuklar bağırıyor. Kadın ağlıyor, ben tekme tokat giriyorum hepsine."

Sarhoş ağzından masal gibi çıkan sözler, Ziya'nın zihnine kabus gibi doluyor. Gözleri ağır bir şeyler arıyor etrafta.

"Baktım hiçbirinde kıpırtı yok. Nasıl dövdüysem. Aldım ocaktan ateşi, atıverdim küme olmuş bedenlerinin üstüne. Çıktım sonra evden, epey bir geri dönmedim. Döndüğümde her şey kül olmuş. Evin içinde beni de yandı sanan köylüler, pek bir sevindiler sağ olduğumu görünce."

İşte asıl o an delirdi Ziya, kadere isyanını o zaman yazdı. Bildi ki tek dostu o uçurtma ağacıydı. Ne yapıp edip getirmişti o it oğlu iti ayaklarının dibine. Artık bu evde ne karısının sesi ne çocuklarının kokusu duyulacaktı. Mezarları bile olmayacak, dedi evden çıkarken. Ziya'nın emanetlerini taşıyamamaktan mahcup üç tabut, gasilhanenin duvarına dikilmiş öylece duruyordu. Camiden yükselen seslere uyandı bütün köy. Ziya'nın tabutları parçalamasına anlam veremeden delinin yanan evine koştu bazıları. Vicdanlarından birkaç kova su attılar yanan eve doğru, onu da rüzgar geri çevirdi. Neyse ki sana bir şey olmadı Ziya, deyip sıcak yataklarına geri döndüler sonra.

Dışarıda bir tek, Ziya ve Uçurtma Ağacı kaldı.


Tanrıgöz, 2020