Gençlik zamanlarının ona sağlamış olduğu kuvvetten haber yoktu artık. Çoktan habersiz bırakmış, çoktan terk etmişti onu bu zamanlar-sadece gençliği mi?-Gözlerinin altındaki mor halkalar iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı kendisini. Aynaya bakmasa bile onları görebilir, hissedebilirdi artık. Zayıf, çelimsiz bedeni taşıyan etten ve kastan sıyrılmış bacaklar, bacaklara uyum sağlayan ince kollar ve öne eğilmiş vaziyette duran bir gövde. Onu tanımlayabilmek artık bu kadar kolaydı işte. Bütün bunlara eşlik eden, uzun zamanlarından eser kalmamış seyrek ve beyaz saçlar, sararmaya yüz tutmuş ve ezelden beri oradaymış gibi duran sakalları unutmak olmazdı. Yolda yürüyenlerin gözünde, cenaze merasimini terk eden tabut içerisindeki bir ölüden farksızdı. Amma da abartıyorlardı, haksızlık etmek olmaz, bir ölü gibi görünmeye beş vardı daha hem.

Güneş günlük mesaisine başlamadan önce uyandı her zamanki gibi. Doğrulmak için bir ayağı kırık olan yatağının çürümeye yüz tutmuş kenarlıklarından destek aldı. Dakikalarca sürmüş gibi geldi ona bu doğrulmak mücadelesi. Nihayet doğrulabilmişti. Ne dumanı tüten bir çay kokusu ne de taze ekmek kokusu karşılardı onu, burnuna ve kulağına gelen ilk şey kimsesizliğin kokusu, kimsesizliğin sesi olurdu birbirini takip eden her sabahta.


“Burada kimsesizliğin kokusunu, kimsesizliğin sesini düşündüm. Okuyucuya nasıl olur bu soyut hâlin kokusu, sesi, anlatmak gerek diye geçirdim içimden. Kaşımın tam üstünü, saçlarıma yakın tarafından kaşıdım iki defa. Düşündüğümü, bir arayışın içerisinde olduğumu belirten bu eylemin ardından izaha koyuldum bu kokuyu. Yanan yemyeşil bir ormandan genzi yakan bir duman, bir koku yükselir ya hani, bu kokudan sonra yeşillik yok olmuştur, ormandan eser yoktur. İşte o koku bu yok oluşun habercisidir. Belki öyle kokuyordur kimsesizlik. Kaybedişin kokusu… Ya sesi? Sesi ise yıkılan bir evin altında kalmış ve bir daha hayata dönmeyecek olan anıların sesi olabilirdi. Ya da evden bir sesin eksilmesidir kimsesizliğin sesi belki de. Tuhaf bir benzetme. Benzetildi bir kere.”


Yataktan indi ve elini yüzünü yıkamak için banyoya doğru yöneldi. Uzun süredir temizlenmemiş olmanın kendilerine sağlamış olduğu her türlü olanağı kullanan lavabo ve çeşme tam karşısında duruyordu. Sarıdan kahverengiye dönmüş olan kireç dolu bir lavabo ve dokunulmasa yüzlerce yıl usanmadan damlatmaya devam edecek bir musluk…. Önce aynaya baktı. Görebildiği kadar gördü kendisini. Musluğu çevirdi yavaşça. Kaba davranmaya gelmezdi, her an incinip görevini ifa etmeyi bırakacak gibi bir hal vardı üzerinde. Avuçlarına doldu önce akan su, oradan lavabonun içine, bir kısmı da dirseklerinden süzülerek banyonun zeminine damladı. Sakalla dolu bir yüz ne kadar yıkanabilirse o kadar yıkadı yüzünü, açarken davrandığı gibi davrandı musluğa onu kapatırken. Bugün de görevi bırakmayacaktı musluk, iyiydi bu.


Uzun süredir boyanmayan ve yer yer çatlamış olan duvarlara sahip olan evin içerisinde dolaşmaya başladı. Perdeler sigara dumanında ve uzun zamandır yıkanmamaktan olsa gerek beyazlığını yitirmişti. Evin içerisindeki koltuklar odanın içerisine rastgele bırakılmış bir haldeydi; birbirinden ayrı ve kirli. Cama yakın duran masanın üzerinde masaya konulmaması gereken ne varsa vardı. Edip Cansever şiirinden fırlamış bir masa canlanırdı insanın gözünde masayı gördüğü vakit. “Masa da Masaymış Ha” derdi. Çöpler, izmarit dolu şişeler, çürümüş yemek artıkları, yıllardır suya kavuşmayı bekleyen tabaklar ve çatallar… Yatak odasına geçip giyinmeye başladı. Evin içerisinde çürümeye, kirlenmeye, yıkılmaya başlamamış tek yer burasıydı. Dolaplar, yatak, halılar ne varsa yerli yerinde en temiz hali ile durmaktaydı. Sürekli temizlenen bir yeri andırırdı burası. Benzetmek gerekirse siyah beyaz bir gerçekliğin içerisindeki renkli tek nesne gibi duruyordu bu oda. Hızlıca giyindi. Her zaman ne varsa giydiği bir çırpıda geçirdi üzerine. Kirli ve temiz arası bir pantolon, kalın bir gömlek, solmaya başlamış bir ceket ve kundura…


“…Kundurası da vuruyor muydu ayağına yürüdüğünde acaba…”  


Kapıyı kilitlemeye ihtiyaç duymadan çıkıp gitmişti evden. Nereye gideceğini bilemeden adımlamaya başladı şehrin bu yakasında bulunan izbe sokakları. Eskiden olsa rengârenk olurdu buralarda her sokak. Çocuk sesleri, seyyar satıcılar, bahçıvanlar, ovarlokçular… Sahi eskiden ovarlokçular bile gelirdi hem de ayağına kadar gelirdi insanların. Sigara yaktı. Birkaç tanıdığa denk geldi. En nefret ettiği denk gelişlerdendi bu denk gelişler. Yarım bir baş selamı yahut el selamı ile üstesinden geldi bu denk gelişlerin. Karşı dükkânın camekanındaki elektronik tabelaya çarptı gözü. Tarihi ve saati gördü, yapacağı şeyi anımsadı. Hiç unutmuş muydu ki bunca zaman tek bir gün. Her haftanın her perşembesinde olduğu gibi mezarlığın yolunu tuttu. Şehrin dışına kadar yürüdü, tozlu yolları aştı. Üstü başı yer yer toz oldu, kundurası renk değiştirdi umursamadı. Yollar bitmişti ve mezarlığın kapısına varmıştı. Hoyratça, hızlı hızlı silkeledi üzerindeki tozu, kiri ve çamuru. Eline geldiği kadarıyla saçlarını yana doğru taradı elleriyle. Sakalları için aynı işlemi yapmak faydasız olacaktı. Elindeki sigarayı attı ve mezarlığın kapısından içeri girdi. İsimler geçti gözlerinin önünden sırayla. Doğum tarihleri, ölüm tarihleri… Ölümün ve mezarlıkların herkese ne kadar adil davrandığını gördü tekrar. Hiç ayırt etmezdi ikisi de. Bu güzeldi, mümkün şeylerin en güzeliydi. Mezarlığın sonuna yaklaşırken durdu. Henüz mermerler ile çevrelenmemiş, bir ahşap üzerine bir ismin yazılmış olduğu mezarın başında durdu. Testiyi aldı, toprağı suladı, etrafını temizledi mezarın. Oturdu. Sigara yakacaktı az kalsın, utandı. Cebine attı tekrar çakmak ve sigarayı. “Hem sevmezdi o da…” dedi belli belirsiz. Sustu. Beyninde uyandığında duyduğu kimsesizliğin sesi… Yankılandı durdu, yankılandı durdu ama hiç susmadı.

Esti bir keder miktarı kadar rüzgâr, keder miktarı kadar esen rüzgâr döktü yaprakları ağaçlardan. Dökülen her yaprak rüzgârla sürüklendi. Kalktı yerinden, ağır ağır geldiği bütün yolu hızlıca bitirdi. Şaşırdı bu hıza, geri döndü şehre.


“…Değil miydi ki kavuşmalarımız topal, ayrılıklarımız koşar adım…”


Hava kararmaya başlamıştı. Birbirini tekrar eden, tekrar edecek olan günlerden sadece bir tanesiydi yine onun için. Durdu. Sigarasını yaktı. Oturdu. Sigarası bitince ayağa kalktı. Yürüdü. Durdu. Sigarasını yaktı. Oturdu.Sigarası bitince ayağa kalktı. Eve varana kadar devam eden tek döngü bu olmuştu.

Karanlık, kirli, kimsesiz bir sokağın tam ortasında, izbe bir binanın tam ortasında durdu ansızın. Düşündü, korktu, nefret etti. Sararmış olan sakallarını kaşıdı öfkeyle, hoyratça. Sigarasından derin, uzun bir nefes çekti. Öylesine korkuyordu ki evine gitmekten. Peki ama nereye gidecekti, nereye gidebilirdi? Onu evinin yolunu tutmaktan alıkoyacak lanet olası tek bir yer olsun istedi o an. Bulamadı, bulsa da yapamazdı. İhanet olurdu eve gitmemek. Gitmek istemese de giderdi. Geç kalmamalıydı hem. Boyun eğdi. Duvarlarına dahi kimsesizliğin sinmiş olduğu, buram buram yalnızlık kokan evinin yolunu tuttu ağır aksak. Eve varmıştı.


Kapıyı çaldı. Açıldı kapı, içeri girdi, kapandı kapı.