Bölüm 1- İntihar


Yağmurlu bir sonbahar akşamı idi. Yaprakların ağaçlardan yağışına damlalar eşlik ediyor ve kusursuz bir dans örüntüsü oluşturuyordu. Evimin penceresinin önünde yaptırmış olduğum -penceremin sağında ve solunda duran, yerden tavana kadar ulaşan 8 kademeli raflardan oluşan ve pencerenin tam önünde oturmak için sedirden oluşan kitaplık- kitaplıkta otururken bu eşsiz görüntü ile birlikte iyice daralan ruhum da bu dansa ortak oldu ve daha çok dayanamadım. Elimde duran kitabı -hiç adetim değildir- sayfa numarasına bakmadan, işaretlemeden kapatıp salonun ortasına doğru fırlattım. Oturduğum yerden hızlıca ayağa kalktım ve 6 köşeden oluşan hol etrafında 6 defa tur attım. Her bir turun sonunda bir ses beni dışarıya doğru sürüklemeye çalışıyordu. İlk turun sonundaki ses; öfkeme, ikinci turun ardından duyduğum ses küstüğüm arkadaşlarıma, üçüncü turun sonunda çarpık aile yaşantıma, dördüncü turun sonunda kavga anında söyleyemeyip gece yatağa yatınca uykumu kaçıran zehir gibi düşüncelerime, beşinci turun sonunda tütün sararken titreyen ellerime, altıncı turun sonunda da her şeyden daha çok sevdiğim insanın gülüşüne dayanamadım ve altı ayaktan oluşan altı köşeli askımda duran, yıllardır bana eşlik etmiş olan, koyu yeşil renkli yağmurluğumun yanına gelip sordum


—Ey dost! Bana bir kez daha, son bir kez daha eşlik etmek ister misin?


Adeta beni anlamışçasına sıyrılıp o esaretinden elime doğru süzülüverdi. Kestane ağacından yapılmış, her deseninde bir hikaye yatan, gecelerimi başında geçirdiğim orta halli masamın yanına geldim. Titrek ellerim ile yarım yamalak sardığım sigaramı ve 2 çarşaf ile tabakamın dibinde kalan tütünü iç cebime koydum. Mutfağa yöneldim ocağın yanında duran kibrit kutusunu aldım. Dış kapıya doğru yönelirken karalamak için kullandığım defterimi de almayı ihmal etmedim. Anahtarımı masanın üzerinde unutmuştum. Sonra düşündüm ve iç sesim ile bir münakaşaya girdim.


—Ne gerek var?


—Saçmalama, nasıl gireceksin bu eve?


—Boş ver sen orasını, belki de son bir yolculuktur bu…


Bir kez daha yenik düştüm beynime ama bu son olmayacaktı. Anahtarları içeride bıraktım ve ayakkabılarımı bağlayıp kapıyı vurup dışarı doğru hızlıca ivme aldım. Anılarımı köşelerden ibaret demir yığının içine hapis etmiştim. Geri de mi kalacaklardı, yoksa o uzun parmakları ile sırtımın arkasında derin izler mi bırakacaktı...


 Apartmanın kapısından çıkarken esen rüzgarla aynı ritimde kafamı çevirerek en alttan üste doğru 4 katlı, pencere pervazları ahşaptan olan, pembe, mavi ağırlıklı apartmanı izledikten sonra yağmurun geldiği yöne, göğe uzadı gözlerim; kalbim istedi bir damla olup oradan süzülmeyi.. Başımı tekrar öne eğdim. Enseme vurup sırtıma giren yağmur taneleri ürperti oluşturuyor idi. Hayatta olduğuma tek kanıt da buydu. Ne yanımdan geçen insanlar, ne çocuk sesleri ne de hayvanların ötüşü.. Beni yaşam ile barışık kalmamı sağlayan tek şey. Ürperti... 


Evden çıkarken gitmek istediğim yer belliydi. O yağmur tanesi beni biraz daha düşünmeme neden olacak ki iskeleye gitmek için en kestirme yolu kullanmak yerine biraz daha uzunca ve ıssız bir yol belirledim kafamda. İhtiyacım vardı değil mi bu yola...


Hepsi yalandı aslında. Ne gideceğim yer ne de evin içindeki saçmalıklar umurumda idi. Düşünmeye ve daha çok düşünmeye ihtiyacım vardı sadece. Bir yaprağın üzerine oturup sonbaharın esir aldığı bir başka diyara gitmek istiyordum sadece. Sigaramı yaktım. Köşe başında duran 3 katlı ahşaptan oluşan ve ufak bir bahçesi olan eskiden konak olduğu ama şimdi ayakta durmak için bin bir güçlük çeken terk edilmiş bir tenekeden ibaret idi. Tam karşısında duran, araları çukurlaşmış olan, görevini yapmak hak getire sürekli suyu çukurlarında barındıran kaldırımın kuru bir kısmını bulmaya çalıştım ama sonra da ulan ne adamsın diyerek lap diye pantolonum sırılsıklam olmasını göze alarak oturuverdim.


Her gözümü kapattığımda evin hanımı verandadan çıkarak kapıdan içeri ellerinde meyve fileleri olan 35'li yaşlarında kocasını karşılıyor idi. Her göz kırpışımda deli gibi ortalığı bir birine katan pamuk kadar beyaz bir köpek. Her göz kırptığımda bahçede bir kalabalık var. Bir mangal başında gülüşler. Her gözümü kırptığımda kapıya kadar olan karı temizlemek için elinde kürek ile bekleyen evin büyük oğlu berk. Her gözümü kırptığımda kapının önün de duran 93 model Mercedes. Her gözümü kapattığımda her yaz gitmek için on gün önceden hazırlanmaya başladıkları Muğla’ya gitme macerası. Her gözümü kapattığımda o yaz Boğaziçi'nde okuduğu mühendislik eğitimini bitirmek için evinde kalan Berk. Her gözümü kapattığımda araban sallanan dört çift el ve son bakış ılık gülüşler. Öyle özlem dolu, öyle güzel koku...


Islaklık rahatsız edecek kadar nüfus etmişti tenime. Dikkatim dağıldı ve oturduğum yerden ani bir şekilde kalkma ihtiyacı duydum. Yıkılmış hayatıma yıkılmış hayal dolu evi yüklemenin de verdiği hüzün ile adımlarımı koruluğa, koruluğun sonunda ki mezarlığa doğru yürümeye başladım. Gün batmaya hava soğumaya başlamıştı. İnce giyindi diye hastalık korkusu saran birkaç insana şahit oldum. Ne fark eder ki benim için. Kalbim üşütmüştü bir kere. Kocaman bir mezarlığın girişinde idim. İçeri de zehir gibi sessizlik kafamın içindeki çığlıklar ile bozuluyor idi. Biraz yürüdüm ve A4'te bulunan dört çift mezarın başındaki banka bir kum torbası gibi düştüm. Her sessizlikte bir "merhaba." Her bir sessizlikte bir oğlum, her sessizlikte "abicim" diye bir ses musallat oldu bana. Işıklar dans etmeye başladı kurumuş güllerin üzerinde. Selam verircesine toprak kabarmış bir çift el beni tutacakmış gibi hissettim. Bir ses daha duydum.


—Ey yaşayanlar, siz bizi mi ölü sandınız? Yürürken etrafına dönüp bir bakınız kaç ölü var hayatınızda?


İrkilerek ayağa kalktım ve daha çok dayanamadım. Gözlerim yaşlı idi ama uğramam gereken bir yer daha vardı. Y 213 kodlu mezarlık alanına kadar yaklaşık 400 metre yürüdüm. Ne kadar da büyükmüş burası. Ne kadar büyükmüş yaşanan acılar, ne kadar büyükmüş akıtılan yaşlar, ne kadar küçükmüş mezarlar, çocukların gireceği kadar... Bunları düşünürken aradığım mezarı buldum. Mezar taşının başına oturdum. Başladım saçlarını okşamaya. Gülüyordu bana güzel huylu. Kavuşmak istiyordum artık ona. Öyle özlem dolu.


O an aklımdaki şeyi yapmam gerektiği aklıma geldi. Hızlıca mezarlıktan rıhtıma doğru giden yola saptım. Güneş, hükümdarlığını aya bırakmış idi artık. Hava pusunu kaybetmiş, ay bütün güzelliği ile orada idi işte. Yolumu aydınlatmış, beni bekliyor idi. Sonunda rıhtıma çıkan yolun başına gelmiştim. Denizin dalgalarının kıyıya her vuruşunda oluşan o ahenk dolu ses beni çağırıyor idi. Uzun bir yol. Sağı solu ağaç dolu. Uzun bir yol üzeri yaprak dolu. Hiç ayak basılmamış, bakir kalmış bir yol. Her adımımı attığımda dağılan yapraklar ve çıkan ses. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm ve en sonunda rıhtımın en ucuna geldim. Bir sigara daha yaktım. En güzel, en özel olanı idi bu. Gecenin soğuğu ile çıkan duman bembeyaz bir örüntü ile gözümün önünde eşsiz desenler yaratarak benim gideceğim yere doğru ilerliyordu.


Sigaram bitmek üzere idi. Baş ve işaret parmağımın arasına aldım az kalmış sigaramı. Hızlıca iki kere daha çektim ve sağa sola doğru çevirip denize doğru fırlattım. Sağa sola baktım ve etrafımda bulduğum taşları montumun, pantolonumun ceplerine doldurmaya başladım. Sabah evden çıkarken cebime aldığım defterin en son sayfasını açtım ve kanadım:


Böyle olmasını istemez idim dünya

Ama sen beni bu getirdin bu noktaya

Çok özledim benden aldıklarını

Sal beni gideyim onların yanına

Böyle olmasını istemez idim dünya

Bir sonbahar akşamında gülmek isterdim bir ateş başında Nalanla

Özür dilerim dünya

Değil bu bir intihar




Ve işte ben Berk. Yoruldum artık bu kadar özlem duymaktan. Bu bir veda değil. Ne de olsa kaybedecek bir şeyim yok diye salıverdim kendimi buz gibi suya. Elveda…




Devamı umarım yakında. "Pilot" deneme huzurlarınızda.