Aptal yalanım açığa çıkmasın diye bu pasaklı daireyi tutmak zorunda kalışımın 3. günü. Evin her yeri sorunlu, bir yeri tamir ettirdikten sonra bir başka yerden sorunlar patlak vermeye başlıyor. Önce su boruları sızdırmaya başladı, şimdi de kalorifer peteklerinden pas ve çamur dolu bir su akıyor. Ampullerin yarısı çalışmıyordu, zeminde ise birçok çatlak ve delik var. Bütün bu sorunları çözmesi için tuttuğum insanlarla dolup taşıyor ev, bir tesisatçı giderken diğeri geliyor. Bu nedenle huzurlu bir şekilde evin içinde durmam mümkün değil. Bu bahaneden esinle evi terk ediyorum, kapıyı açık bırakıp gidiyorum. Çalınmasından ya da kaybolmasından korktuğum hiçbir eşyam yok, zaten benim için bir öneme sahip olan bütün eşyalarım asıl evimde durmaya devam edecek.


Mezarını ziyarete gitmeliyim, bunu yapmayı içten içe istemiyorum ama yapmak zorundayım. Eğer şimdi bu ziyareti gerçekleştirmezsem, hatamı affettirmek için küçük bir çaba dahi olsa göstermezsem sonrasında çok daha büyük bir vicdan azabı çekeceğimi biliyorum. Henüz üstünden çok bir zaman geçmedi, hala sık bir şekilde ziyaretçileri geliyor olabilir ama bu riski göze alacağım. Hem benim kim olduğumu bilen kimse çıkmayacaktır, bu yüzden bir sorun teşkil etmeyeceğini düşünüyorum. Mahalledeki küçük ve bakımsız bir çiçekçiden bir buket kasımpatı aldım, bu çiçekler bir ölüye verilen rüşvetten başka bir şey değil. Ömürleri her çiçek gibi kısa olacak biliyorum ama karakterine en uygun olduğunu düşündüğüm çiçek kasımpatı oldu. Zaten artık ona alınan hiçbir şeyin önemi yok, ölüler ne çiçek koklayabilir ne de gelen hediyelerle mutlu olabilir. Bu sadece vicdan rahatlatmak için yapılan basit bir davranış, kimileri içinse genlerine kazınmış bir alışkanlık. Elimdeki çiçekleri taze toprağın üstüne bıraktığımda, diğer çiçeklerin yanı başına koyduğumda hiçbir şey hissetmeyecek ama ben hatamı telafi etmeye çalışmış olmanın getirdiği vicdan rahatlatıcı hissi elde edeceğim. Bunu sadece ben hissetmiyorum ama belki de sadece ben düşünüyorum. İnsanlar bu tür şeyleri düşünmekten kaçınırlar çünkü yaptıklarının ne tür bir ikiyüzlülük olduğunu görmek elde ettikleri vicdan rahatlamasını azaltır hatta o insan yeterince onurluysa yok eder. Ama ben ne o kadar onurluyum ne de kendime yalan söyleyecek kadar iki yüzlüyüm. Ben neyi neden yaptığımı biliyorum, sonuçlarına katlanmasını da biliyorum. Bu çiçekleri bıraktıktan sonra belki eskisi kadar kötü hissetmeyeceğim ama bir parçamın ben ölene kadar vicdan azabı duyacağından eminim. Bu parçamı en derinlere iteceğimi ve onu elimden geldiğince susturmaya çalışacağımı biliyorum. Hatta onu o kadar dışlayacağım ki bir süreliğine tamamen unutacağımı biliyorum ama işte o hep orada kalacak. Ben onu unuttuğumu zannetsem de o bir gün çıkacak ve diyecek ki sen bu hatayı yaptın, bundan sen sorumlusun. Belki ölüm döşeğinde gelecek bu yargılama belki sevdiğim birini kaybettiğimde ya da hiç beklemediğim bir gecede başımı yastığa koyduğumda.


Bütün bu düşüncelere dalmış giderken mezarlığı birkaç sokak geçtiğimi fark etmemişim. Arabayı bulunduğum yerde bir yol kenarına park edip, fazladan gittiğim sokakları yürüyerek geri dönmeyi tercih ettim. Mezarlığın etrafındaki yollar, yol kenarına park edilmiş araçlarla dolu. Mezarlığın kendisi ise duvarlarının üstünden gökyüzüne doğru yükselen, genellikle selvi ağaçları başta olmak üzere, çeşit çeşit ağaçlarla önümde duruyor. Bunun ne kadar ironik bir görüntü olduğunu şimdi fark ediyorum. Bütün mahallede en canlılıkla dolu olan yer bir mezarlık, binlerce bitki çeşidi, yüzlerce ağaç ve ölüleri ziyarete gelen onlarca insanla en çok canlılığın olduğu yer bir mezarlık bu mahallede. Bütün bu canlılar bir ölü gibi sessiz, ağaçlar dilsiz ve asla konuşmuyor, insanlar ise bir matem içinde. Gözlerinden birkaç damla yaş sessizce süzülüyor bazılarının, bazılarınınsa yüzü bir duvar gibi sert, bir nemrut gibi. Burada yüzü gülen tek kişi mezarlığın girişindeki çingene olsa gerek, sattığı çiçeklerden elde ettiği kar yüzünde gizlemeye çalıştığı bir gülümseme oluşturuyor, bunu fark ettim.


Peki ya ben, üzgün müyüm? Bir matem içinde miyim? Sessizliğe bürünmüş bir şekilde yürümekten ve çevremde olan biteni incelemekten başka bir şey yapıyor muyum? Bunlar cevaplamaktan kaçındığım sorulardan birkaçı. Şimdi mezarının önündeyim, mermeri yok, toprak daha taze ve canlı bir kahverengi tonunda, bir miktar suyla ıslatılmış. Toprağın üstüne dikilmiş bir dal gülden başka çiçek yok, daha fazla çiçek olmasını bekliyordum. Elimdeki kasımpatıları toprağın üstüne bırakıyorum, sonra gözlerimi mezar taşında yazılı olanlara bakmaktan alıkoyamıyorum. Yirmi dokuz yaşındaymış, ölmek için genç bir yaş. Ölmek için uygun yaş var mıdır bilmiyorum ama yirmi dokuz zihnime kazınıyor, nedense bu sayı içimi acıtıyor. Otuz olsa belki bu kadar içim acımayacaktı ama yirmili yaşlarda ölmek kaybolan ve yitip giden hayalleri bana anımsatıyor.


Bir süredir mezarına bakıyorum, tam olarak kaç dakikadır gözlerimi alamadığımı bilmiyorum. Yaşanan her şeyi tekrar ve tekrar aklımdan geçiriyorum, daha farklı olabilir miydi? Böyle olmak zorunda mıydı? Ben farklı bir insan olsaydım, belki daha normal, belki daha iyilik dolu, belki de daha güçlü.


Daha fazla dayanamayacağım, kendimi gitgide daha kötü hissediyorum, her insanın yaptığı gibi ben de bu histen kurtulmak için kaçacağım. Mezarın sessiz canlılığına ve toprağın soğuk kucağına emanet olduğunu bilerek burayı terk edeceğim. Belki bir gün geri gelirim ve bir demet daha çiçek getiririm ama bir süre buraya gelmeyeceğim. Eğilip toprağına sol elimi basıyorum, beni affet, bağışla beni, beni tanımıyordun belki ama artık biliyorsun, eğer biliyorsan içimi de görüyorsun. Affet beni, keşke engelleyebilseydim.