Demir ağızlı bir canavarın öfkeli tıslamasına benzer, tiz bir ıslık… Değişmeyen, yorulmayan, tekdüze uzayıp giden bu ses, bize aslında ne söyler? Vaktin geldiğini mi? Zamanın azaldığını mı? Yoksa bitmeyecek sanılan her şeyin, aslında bitmeye mahkûm olduğunu mu?


Belki uzayıp giden tekdüze seslerden hoşlanmayışımız öyle boşuna değildir. Ne de olsa süreklilik arz eden şeyler bir çeşit beklenti yaratır. Alıştırır ve olacak her değişiklikten korkar hale getirir bizi. Fark etmeden biteceği anı beklemeye başlar, sonunda beklemeye de katlanamaz oluruz.


Sebebi her neyse, Cafer Efendi’yi de rahatsız etti bu ses. Demliğin kapağını araladı.


“Hâkime hanım tarçınlı çayını istiyor…”


Bu ikinci ses de açık kapıdan gelmişti. Dönüp bakmadı Cafer Efendi. Cevap da vermedi. Raftan bir fincan indirdi, doldurdu özenmeden, sonra da kavanozdaki çubuk tarçınlardan birini ikiye bölüp yarısını fincanın içine cup diye attı. Elinde ağırlaşmış tepsi ile çay ocağından çıkarken sabahtan beri tasarladığı şeyi bir daha aklından geçiriyordu. Reis Bey'i yalnız yakalaması mümkün değil. Ama belki Sivaslı Hâkim Bey'i yakalayabilirse… Ne de olsa hemşeri sayılırlardı. Kendisi de öyle dememiş miydi? Adliyede kimsenin diğerini uzun uzun dinlemeye vakti yoktu. Ya da belki de vardı da Cafer Efendi’yi dinlemeye yoktu. Sivaslı Hâkim Bey dinlerdi ama. Geçen yaz köyden tereyağı, peynir, pekmez vesaire getirmişti beye. Pekmezin parasını da almamıştı. Hiçbir şey olmasa bunların hatırına derdini anlatabileceğini düşündü. Gerçi parasını almadığından Hâkim Bey'in haberi yoktu ama…


Koridorun başından başladı çayları dağıtmaya. İlk kapıyı hafifçe vurdu, göbeğinin girebileceği kadar aralayıp içeri süzüldü. Yıllarca çalıştıktan sonra, artık evinde bile odaların kapısından süzülerek geçiyordu.


İçeri girdiğinde Hâkime Hanım'ın “Hah, getirdin mi?” dediğini duydu. İki de misafiri vardı. “Misafirlerimize de birer çay bırakıver. Başka bir şey mi içerdiniz yoksa?”


Biri genç, öteki yaşlı iki kadından ibaret olan bu misafirler, çayın kâfi geleceğini söyleyip teşekkür ettiler. Cafer Efendi bardakları bıraktı.


“Şu çaylarınızı için de baştan konuşalım bakalım,” deyip ellerini kucağında terbiyeli bir biçimde kavuşturmuş genç kadına sordu. “Hâkimlik sınavına girdin sen şimdi? Kaç puan aldın?”


“Seksen iki. Ama bilmem ki yeter mi…”


“Mülakat ne zamanmış?”


“Mayıs sonunda.”


“Elimizden geleni yaparız. Sen iyi hazırlan. Kanun değişikliklerini takip et.”


Hâkime Hanım daha yaşlı olan kadına döndü bu kez.


“Kimlerle görüştünüz? Bizim bi' hemşeri vardı ikinci hukuk dairesinde, ona bi' uğrayın isterseniz. Benim adımı da söyleyin. Tanısın bilsin kızımızı.”


Tanısın bilsin… Bu söz Cafer Efendi'nin aklında belli belirsiz bir yerlere dokundu. Masanın bir ucundaki boş bardağı tepsisine koydu, geldiği gibi sessizce dışarı çıktı.


İkinci kapı. Pervazdan sızan uğultudan içeride bir kadın olduğu anlaşılıyor. Zaten canı sıkkın olan Cafer Efendi’nin içi iyice daraldı. Bu odaya girmekten doğrusu hiç haz etmezdi. Levhadaki “İcra Müdürlüğü” yazısı bir yana, müdürün kendisinin de tombul bir akbabadan farkı yoktu. Cafer Efendi bazen, bu saçları ve bıyıkları ayakkabı boyasına bulanmış gibi simsiyah duran, kalın boyunlu ve göbekli adamın kendisine icra müdürlüğünden daha uygun bir meslek bulamayacağını düşünürdü; cenaze levazimatçılığı meslekten sayılmazsa tabii…


Kapıyı isteğinden biraz daha sertçe çalıp cevap gelir gelmez içeri girdi. İcra müdürünün karşısında süslü bir kadın kahkahalarla gülüyordu. Belli ki az önce epeyce komik bir şey söylemeyi becermiş olan müdür, başarısıyla şevke gelmiş halde yumruğunu masaya vurdu.


“Nerede kaldın çaycı! Gülmekten yorulduk, kahvelerimizi ver de nefeslenelim!”


“İlahi müdür bey…” dedi kadın. “Demek ofis, ev, arsalar… Hepsi gidecek ha!”


“Gidecek hanımefendi gidecek. Gitmez mi, hepsi gidecek!”


“Şu Konektaş’ın arkasındaki evi yeni yaptırmıştı. Keyfini süremeden o da satılacak öyleyse!”


“Satılacak. O da satılacak, öbürü de satılacak, kibrit çöpüne kadar ne varsa satılacak. Hatta durun bakayım, ihalesi de önümüzdeki salı.”


“Ay o ne güzel ev. Şeytan diyor -…”

Kadın yapmacık bir şaşkınlıkla sordu:

“A-a… Aslında fena fikir değil. Biz de katılabiliyor muyuz?”


İcra müdürü deri koltuğuna yayıldıkça yayıldı, ellerini göbeğinin üzerinde birleştirdi.


“O nasıl söz, hanımefendi? Bu güzelliğinizle isteyip de katılamadığınız bir ihale olamaz. Hem ben de orada olacağım. Bitince de birlikte bi’ yemek yeriz.”


Cafer Efendi kahveleri bıraktıktan sonra ekşimiş bir yüzle kapıdan çıkıp arkasından çat diye kapattı. Ama bu bile içerdekilerin keyfini bozmamıştı. Ne çirkin şey… Biri varını yoğunu kaybetsin, birileri de buna gülsün. Neyse ki onun icradan korkacak kadar çok malı olmamıştı hiç. Gerçi olsaydı fena olmazdı. Ömrü boyunca kazandığından azını harcayamamış, ay sonunu rahat getirememiş, birikim yapamamıştı. Ne zaman üç beş kuruş kenara atsa bir sebepten hepsini harcamak zorunda kalır, üzerine bir de borca girerdi.


Üçüncü kapı. Cafer Efendi ölçülü bir sertlikte vurdu. Asabi bir ses: “Geeel!”. İçeride iki erkek vardı. Cafer Efendi’ye bakmadılar. Sesin sahibi, sanki sözü hiç kesilmemiş gibi anlatmaya devam ediyordu. Birikmiş boşlardan anlaşılıyordu ki epeydir konuşuyorlardı, hallerindeki coşkuya bakılırsa daha epeyce de konuşacaklardı.


“… Temelden girmişler daireye, müteahhit bırakıp kaçmış. Bunun gibi on dosya daha var. Dava açılalı iki yıl olmuş, anca tebligat yapabilmişiz. Bi’ de geçmiş karşıma ‘kaçan mı var, bitireceğiz’ diyor.”


“Avukatı kim bunun?”


“İstanbul’danmış. Bizi de taşralı gördü, beğenmiyor canına yandığım. Buradaki bilirkişilerle bu dosya çözülmezmiş. Yıllanırmış. Senin müvekkilini bulamadım ben, tabii yıllanır! Ama şimdi iş değişti. Rapor bi' gelsin, bir aya çıkaracağım dosyayı elimden. Ötesiyle Yargıtay uğraşsın.”


Ama ötesini duymadı Cafer Efendi. Dışarı çıkıp kapıyı ardından kapattı.


Bir seferinde temelden inşaata girip ev sahibi olmayı o da düşünmüştü. Emekliliğine az bir şey kaldığı halde kirada oturuyor olmak bir yana, her ay o ev sahibi ile yüz yüze gelme mecburiyeti izzeti nefsine dokunuyordu. Ev sahibi Cafer Efendi'den on yaş gençti ve bu adamın karşısında sanki bir büyüğünün yanındaymış gibi terlemek pek ağırdı. Bu yüz yüze gelişlerden bir önceki gece, adamın kirayı artıracağı veyahut evden çıkmalarını isteyeceği endişesi ile Cafer Efendi'yi uyku tutmazdı. Ev sahibinin dükkanına boş olduğu bir sırada gitmemeye dikkat eder, bir şey söylemesin diye de çabucak çıkmaya uğraşırdı. Beyhude bir çabaydı, bunu Cafer Efendi de biliyordu. Adam isterse bir akşam kapılarını çalabilir, ne söyleyecekse söylerdi. Zaten geçen ay parayı alırken ona şöyle bir bakıp, “Bi’ ara uğra da kira işini konuşalım.” demişti. Bu ay ne yaparsa yapsın bir şekilde onu dükkanda tutacak ve aklındakini önüne koyacaktı mutlaka. Cafer Efendi bu seferlik kirayı ufak yeğenlerden biriyle yollamayı düşündü, sonra çocuğa emanet edilecek paranın akıbetinden endişelendi; vazgeçti.


Dördüncü kapı. Ama diğerlerinin aksine bu, ardına kadar açıktı. Cafer Efendi, bu kez süzüleceği bir aralık olmadığı halde, omzu pervazı hafifçe yalayarak girdi içeri.


“Ooo nerede kaldın azizim…” dedi kırklarındaki memur. Burnunun ucuna kadar düşmüş gözlüğünün üzerinden ona bakıyordu, keyiflenmişti. “Çaysızlıktan kuruduk.”


Genç bir memur sızlandı.


“Ay poğaçamı yemedim, çayı bekledim, vallahi taş gibi oldu.”


Cafer Efendi gülümsedi. Birer birer çayları bırakmaya, boşları, markaları toplamaya başladı. Kalem bir anda kaşık şıkırtılarıyla doldu.


“Savcılıktaki şu kıvırcık saçlı kız var ya, onu komisyona almışlar.” dedi poğaçası taş gibi olan kadın memur, çayından bir yudum içerken. “Geldiğinden beri işi tıkırında. Dilekçesini yazdı mı nereye isterse veriyorlar. Tek o değil, her gelen gidiyor. Ya ben… İki yıldır masanın sağ başından sol başına geçtim anca.”


“Kızım sen asliye hukuk katibisin,” dedi erkek memur, elindeki kâğıdı inceleyerek. “Kimse geçmek istemez ki buraya, yerine kimi verecekler?”


“Keşiflerde öyle demiyorlar ama. Paralar yattı mı, harcadın mı… Ben sabah sekiz akşam sekiz çalışıyorum. Onlar da çalışsın, onlar da yesin. Oturdukları yerden konuşmak kolay.”


Diğer kadın memur kaşlarını çattı.


“Biz de nöbet tutuyoruz. Bak dün gece silahlı kavga oldu, on birde gittim eve.”


Genç memurun ilgisi hemen bu kavga lafına kaydı, savcılıktaki kıvırcık saçlı kızı unuttu.


“Şu aşağı mahalledeki kavga mı? Ölen var mıymış, namus meselesi diyorlar, öyle mi?”


“Öyle. Kızın kaçtığı adamı vurmuş babası. Aileler birbirine girmiş. Adliyeyi de karıştırdılar. Polisler zor zaptetti.”


“Ölmüş mü peki kızın kaçtığı?”


“Bilmiyorum ki… Hastanede. Ağır yaralıydı.”


Genç memur hemen elinde tepsiyle odayı dolaşan adama döndü.


“Cafer Efendi, sen kesin duyarsın. Adam ölmüş mü kalmış mı öğrenirsen bize de söyle.” 


Cafer Efendi artık boş bardaklarla dolmuş olan tepsisiyle dışarı çıktı. İçindeki sıkıntı hafiflemiş, keyfi biraz olsun yerine gelmişti. Adliyenin işe yaradığını hissettiren iki odasından biri çay ocağıysa, diğeri de burasıydı: kalem. Elinde tepsiyle içeri girdiğinde memurların gözleri parlıyordu. Hele bir de sabah saatiyse… Meydandaki simitçiden alınan nevaleler, evlerden getirilen sandviçler, bir bardak çay içmeden ayılamayan tiryakiler yolunu gözlerdi.


İnsan ihtiyaç duyulduğu kadar varsa, Cafer Efendi de bu odada ‘vardı’. Aslında sadece insanlar değil, dünyadaki her şey ihtiyaç duyulduğu kadar vardı. Mesela Cafer Efendi kendisi için var olan şeylerin listesini yapsa birinci sıraya hanımını, ikinci sıraya Gaviscon’u, üçüncü sıraya da şu adliyeyi koyardı. Gerçi hanımının vefatının üzerinden iki sene geçmişti ama olsun. Bu onun varlığını azaltmıyor, belki de tam tersi, artırıyordu. 


Hanımını düşününce aklı yine onu sabahtan beri kıvrandıran mevzuya gitti. Ah emekli olmadan şu oğlanı da adliyeye sokabilse… Hem ellerine üç beş kuruş fazladan para geçer, hem de sağlam bir işi olurdu. “Devlet kapısından giren kurtulur” derdi babası. O da aynı öğüde uyup çaycılığa başlamamış mıydı? “Oğlan şu kapıdan girsin de ister çaycı, ister paspasçı, ister kaloriferci olsun.” Askerden geldiğinden beri oraya buraya takılıyor, eline geçeni çarçur ediyordu. “Sonra bi’ gelin olsa, pişirse taşırsa… Bi’ de torun… Şenlik. Köyden de temiz bi’ kız bulup baş göz etmeli.” Büyük kızı evlendiğinden beri kendilerini idare edemez olmuşlardı. Toruna gelince… Cafer Efendi çocuklara düşkün değildi ama şimdi bu torun fikrinden hoşlanıyordu.


Sonraki kapıda heyecanlandı. Reis Bey'in odasıydı bu. Kapıyı vurup sessice açtı. Görünmez bir adammış gibi boşları toplamaya, çayları koymaya başladı. Koltuklar doluydu. Başsavcı, biri Sulh Ceza’dan, diğeri İdari’den iki Hâkim, bir de koridorun ucundaki genç savcı vardı. Komisyon müdürü, elinde bir dosya, ayakta bekliyordu.


Hâkimlerden biri konuşurken Cafer Efendinin yüzüne kan hücum etti. Tam da denk gelmişti.


“Başkanım, katipliğe yirmi altı, mübaşirliğe on iki kişi başvurdu. Üç kişi de kalorifercilik için geldi. Dokuzda başlarız demiştiniz sınava ama katiplik biraz uzun sürebilir. Onları öğleden sonra mı hazır etsek?”


Reis Bey dudak büktü.


“Epey de varmış. Başsavcım ne derse o. Nasıl yapalım başsavcım, uygun musunuz?”


“O gün Vali Bey'le yemeğe gideceğiz, iki gibi ancak uygun olurum.”


Böylece kararlaştırdılar, Cafer Efendi ise o son odadan nasıl çıktığını bilemedi. Aceleci adımlarla, sanki birileri onu takip ediyormuş gibi tedirgin, çay ocağına döndü. Tepsisini boşalttı. Duvardaki saat tam ikiyi gösteriyordu. Sivaslı Hâkim Bey bir fincan sade kahvesini isterdi şimdi. Cezveyi ocağa koydu, kaynattı. Kahveyi hazırlamış çıkıyordu ki diğer çaycı kapının önünde belirdi. “Savcılığa dört çay…”


Cafer Efendi homurdandı. “Demlik orada. Benim işim var.”


Merdivenleri çıkıp Sivaslı Hâkim Bey'in odasının olduğu koridora girdi. Fazla kilosunun el verdiği hızla yürümeye devam ederken, iki parmağını takarak kravatını da gevşetti. Kızı mı kravatı daha sıkı bağlıyordu bu aralar, yoksa iyice kilo almıştı da, gömleğin yakası mı dar geliyordu, anlayamadı. Meret, geçim sıkıntısından beter çöküyordu gırtlağına. Yok, böyle olmayacak… Vazgeçse miydi? Cafer Efendi gururlu adamdı. En ağır gripte bile kimseden bir şey istediği görülmemişti. Bir sebepten doktora gidecek olsa gizli saklı giderdi. Bir şeye ihtiyaç duymak değilse de birine muhtaç olmak, muhtaçlığının bilinmesi dokunurdu ona.


Odanın kapısına vardığında çaldı, cevap gelince de ağır ağır büktü kapının kolunu. Elindeki tepsi taş gibi ağırlaşmıştı sanki. İçeri girdiğinde masanın başında, dosyalara gömülmüş kır saçlı adama yaklaştı. Yıkanmaktan rengi atmış porselen fincanı, masanın boş bulduğu bir köşesine bıraktı. Hâkim, Cafer Efendi’ye kısa bir bakış atıp kahve tabağını önüne çekti ve bir yudum aldı aceleyle. Sonra da dudaklarında bir telve lekesiyle, yeniden dosyasına döndü. Cafer Efendi kıpırdamadı. Bekledi. Tepsiyi göğsüne yakın tutmuştu. Gözü dosyalara takıldı. Masanın üstü, dolapların üstü, raflar… Her taraf doluydu. Cafer Efendi merak ediyordu bu dosyaları. Dava dosyası olduklarını biliyordu, birkaç sefer açıp baktığı da olmuştu arşivdekilere. Ama anlamak için yüksek okullardan mezun olmak gerekti. Adliyedekiler hep okumuş insanlardı. Sivaslı Hâkim Bey mesela, kaç sene okumuş, sınavlara girmiş, çalışmış, böyle önemli mevkilere gelmişti. Bir an kendini çok değersiz hissetti Cafer Efendi. Kravat daha beter daraldı. Tepsiye iyice yapışmıştı.


Hâkim Bey başını dosyadan kaldırıp gayri ihtiyari ona baktı. Bir an durdu, karşısındaki adamın yüzünden, duruşundan, çekingenliğinden, bir derdi olduğunu anlamıştı. Oturuşunu dikleştirdi. Gözlüğünü çıkarıp kağıtların üzerine bırakarak sordu.


“N’oldu Cafer Efendi, bir diyeceğin mi var?”


“Evet başkanım, bi’ diyeceğim var ama…”


“Başkanım falan yok artık demedim mi sana? O eskidendi. Hayır ola nedir sıkıntın?”


“Hâkim Bey'im, Reis Bey'in odasında işittim, sınav olacakmış…”


“Evet… Sen de mi gireceksin yoksa?”


“Yok, ben değil de… benim oğlan. Sizin lojmanın kaloriferlerini yakmaya yardım ediyor da, merak sarmış.”


Hâkim Bey kaşlarını kaldırdı gülerek. “Kalorifere?”


Cafer Efendi ne diyeceğini bilemedi. Rahatsız rahatsız kıpırdandı. Ama bu kadarını söylemişken gerisini söylememek de olmazdı. “İzniniz olursa kaloriferci olmak istiyor da.”


“Benden mi izin istiyor?”


“Şey… Yani Hâkim beyim… Siz komisyondasınız, Başsavcı Bey'le Reis Bey'e hatrınız geçer. Hani düşündüm ki-…”


Hâkim beyin kaşları çatıldı, sesi yükselmişti. “Ne düşündün, sana iltimas mı geçelim?”


Cafer Efendi kulaklarına kadara kıpkırmızı oldu. Öyle ki beyaz bıyıkları bile pembe görünüyordu. Böyle bir şeyi istemek zaten güçtü, bir de azar işitmeyi hiç kaldıramadı. Başını öne eğdi. “Yok, tövbe… Af buyurun.”


Hâkim Bey gülümsedi.


“Şakadan da anlamıyorsun. Hemen nevrin döndü. Ne mezunuydu senin oğlan?”


Cafer Efendi çekingenliğini üzerinden atamamıştı, hala kıpkırmızı, cevap verdi.


“Lise terk. Ama askerliğini yaptı.”


“Bizim kaloriferi niye yakıyor?”


“Okumadı. İşi de yoktu. Askerde kazan dairesine vermişler. Komutanı demiş; öğren belki bi’ yere girersin… Devleti ısıtmak için de adam gerek.”


Hâkim Bey'in gülüşü soldu, buruk bir hal aldı. “Doğru demiş,” dedi ellerine bakarak.


Devleti ısıtmak için de adam gerek. Devlete çay dağıtmak için de adam gerek. Devletin koridorlarını süpürmek için de adam gerek. Devlette hangi iş varsa, hepsine adam gerek.


İnsana değer biçerken yerinin doldurulup doldurulamayacağına göre karar veriliyordu. Oysa Cafer Efendi olmasa adliyenin ne kadar eksik olacağını görmemek için kör olmak lazımdı. Yıllardır elinden binlerce dosya geçmiş, binlerce karar vermişti ama, şu adliyede Cafer Efendi’nin mi, kendisinin mi daha önemli olduğuna karar vermeyi hepsinden güç buldu. Durdu, düşündü… Sonunda başını kaldırıp tekrar karşısında duran adama baktı; saçlarını bu adliyede dökmüş, sakalını bu koridorlarda ağartmış adama. Adaleti bulmanın giriftleştiği bir kavşakta kalakalmıştı. 


Kimlerin işi görüldü, diye düşündü. Tepeden inme makam sahiplerini, ele geçirdiği her yetkiyi kendine yontmadan rahat edemeyen meslektaşlarını hatırından geçirdi. Hamili yakınımdır yazan kartlar görür gibi oldu. Adaleti sağlayanlardan olmak için çıktığı yolda, on beş yıldır, kanuna uygun ne haksızlıklara şahit olmuştu. İçi sıkıldı. Kararını verdi.


“Sen merak etme. Oğlun sınava girsin önce. Gerekirse ben komisyonda konuşurum.”


Cafer Efendi gülümsedi.


“Sağ olun Hâkim Bey'im.”


Sonra elinde tepsiyle kapıya yürüdü. Bu kez kolu daha kolay, daha hızlı açtı.


İki hafta sonra kalorifer dairesine ilkokul mezunu, orta yaşlı birini aldılar. Vali yardımcısının uzaktan akrabasıydı.