Birkaç sayfa karıştırdım. Geceden söktüğüm yıldızları sazlıkların arasından bir bir çıkardım, diktim birkaç cümlenin eteğine. Söktüğüm yıldızların yerine karıştırdığım sayfaları astım. Sonra paslanmış ruhuma giydirdim o birkaç cümleyi. Durdum, bir ince karahindibayı düşündüm. Bir ince kardeleni, cılız dağ çiçeklerini... Kendilerinden en umutperver hislerle faydalanışımızı. Yığınla, gelecek zamanların hırsları arasına serpiştirdiğimiz, bir elin parmağını geçmeyecek kadar az olan masum anlarımızı. Son sakin kalışlarımızı. Her anın bir şeyleri son kez yaptığımız an olarak kalabileceği ihtimalini. Kendimize yetişmek için hıncahınç doldurduğumuz göğsümüzün sert ve dayanılmaz şişkinliğini düşündüm...

Ne kadar olmuş içe dönmeyeli, ne kadar olmuş kendimizi kalabalığın boğucu rutinine alıştıralı, kalemi parmaklarımın arasına aldığımda satırların başını besleyen ağrılara süt gibi çarşaflar giydireli...


Çokluğun içine karışırken azlığın büyümesini hızlandıralı ne kadar da uzun zaman olmuş. Durgun bir denizi izlediğimi düşünürken anımsıyorum tüm bunları. Arkadan kulağıma yetişen insan sesleri gittikçe bulanıklaştıkça. O cılızlığından medet umduğum dağ çiçekleriyle bir sabah esintisinde güneşin kendi gününü doğurmasını beklerken, ağarmanın sancılarını çekerken anlıyorum. İnsanların içlerindeki inilti karanlığı peyderpey yararken...


Herkes ne kadar öfke biriktiriyor içinde böyle usul usul diyorum. Herkes ne kadar kan donduracak kadar değişken... Bu değişkenlik kimsede bir yerde daim olabilmekten yoksun kalma tedirginliği yaratmıyor mu? Bu soruyu cılızlığından aldığı güçle büyüyen çiçeklerle, onların hem değişen hem de aynı kalan renkleriyle istişare ediyorum. Siyaha soruyorum, beyaza soruyorum, maviye hatta kırmızıya soruyorum... Kimsenin sabit olmak gibi bir derdinin olmadığını, kimsenin değişkenliğin günden güne yoğunlaşarak hislerimizin sürekliliğini sekteye uğratabileceği korkusunun içini kemirmediğini görüyorum. 


Oysa bilmiyorlar, her ilerleyişin birkaç adımında durup yaşamanın, benimsediğimiz her şarkının birkaç notasında kalmanın ve tanıdık birkaç kelime giyinmenin kişiye verdiği; hep değişmenin ve farklılaşmanın devinimindeki bir rutinde, bir sabah uyandığımızda 'aynı'lığın tanıştırdığı, karanlık bir sokakta ışığı yanan tek ev olma hissi kadar kusursuz çok az his olduğunu...


Kendini zaman ile tanıştırmışlığın adı bu belki de. Kendini çok uzaklardan gören birinin, onca yabancı insanın ve onca yabancı hissin içinde sarılmak için aynaya doğru koşmasına benziyor. 


Bir kaostan, bir geceden çıkar gibi hışımla ama bitkin...

Tek kurşunla kazanmış olmanın ya da olmamanın hiçbir önem arz etmediği koca bir savaşı kalabalığın arkasında bırakmış kadar durgun, öfkesiz ve tanıdık...