Bir Yolun Ucundaki


“Bir Yol” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın önemli öykülerindendir. Burada esere dair ufak çıkarımlarda bulunmaya gayret ettik. Birtakım dikkatlerimizi paylaşmayı arzu ettik. Hikâyenin başlangıcından çıkaracağımız üzere kahramanımız, yine bir tren yolculuğundadır. Birine, belki de birilerine iç dökümlerinde bulunmakta, biz hikâye boyunca bu iç dökümlerini okumaktayız.

Bir yol var… Trendekikişiye/kişilere parmağı ile işaret edip anlatmaya koyulduğu bir yol... İşte bu küçük yol, içinde bulunduğu ruh hâlinden sıyrılışını, artık bir yabancısı gibi kaldığı hayatından ve varlığından kaçışını, sanki kurtuluşunu öykümüzün başkişisine sunuyor. Başkişi, o yolu takip etse, her şeyi ardı sıra yapabilecekmiş gibidir. Hayatlarımızın realiteleri iç alemimizden, kimi zaman düşlerimizden çok başkadır. Hepimizin omuzlarında çeşitli yükler vardır. Hepimizin hayatında içsel yorgunluklarının arttığı dönemler vardır. Yanılıyor muyuz? Kahramanımızın da yorgunlukları çoğalmış. Dik durmakta fakat gücü tükenmektedir. O yüzden bu ağaçlı yol ona bir kaçış gibi görünmektedir. Bu yolun kendisine sunmuş olduğunu düşündüğü yeni âlemi, kendi kendini gerçekleştirebilmek imkanının bir anlamda müjdesi gibi görmektedir. Belki yerleşik düzeninden uzaklaşmakla bu yol ona bireyliğini duyurmakta, benliğinde hayata dair duyumsayışlarını çoğaltmaktadır. Bir metafor olarak değerlendirmeye aldığımızda “yol” farklı okumalara açık. Kahramanımızın derdi varmaktan ziyade yolun kendisi gibi görünmektedir.

Tekrar gördüğümüze sevindiğimiz ağaçlar, tekrar gördüğümüze sevindiğimiz banklar yok mudur? Kahramanımız bu yolu tekrar tekrar görmekten kıvançlıdır. Her ne kadar kaderle diş dişe, yumruk yumruğa olduğu günlerden birinde ilk kez o yola rastlamış olduğunu söylese de “… onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum.” dememiş midir? Tanpınar’ın en belirgin özelliğidir belki: eşyada ruh tahlili yapmak. Mekanda da öyle... Hikâye boyunca da kahramanımız o yolda içindekilerin yansımalarını bulmamış mıdır bir anlamda? Prof. Dr. İbrahim Tüzer“aynalama” tabirinden söz eder. Kahvede oyun masasından kalkan adam…O adamın aynasında yine kendi hakikatini aramaktadır karakterimiz. Adamın zihnindekilerin alnındaki çizgilerde birikişi… İnsan yüzü bir harita; çizgi çizgi, yol yol... Peki ya ulaştırdığı neresi?

Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidi”ni anımsayalım hep birlikte. En alt basamaktan üste doğru şöyle idi: fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik içinde olma ihtiyacı, ait olma ve sevgi ihtiyacı, değer ihtiyaçları, kendini gerçekleştirme. Dönelim: Karakterimiz ne söylemekteydi? “İyi bir kadınla evlendim, epeyce kazanıyorum, hayatım kendi çizilmiş yolunda düzgün ve rahat gidiyor.” “…herhangi bir yolcuya ufak bir kıskançlık hissi verebilir…” dediği bir ailesi var, bir ev ortamı var. Piramidin alt basamaklarını aşmış durumda.Ne var ki bir çocuk kaybetmiş. O patika yolun ilk kez gözüne çarpması da çocuğunun ölümünün on gün sonrasına rastlar. Sıkıntısı derin ve oldukça içsel nitelikli. İçinde bir yerlerde duyumsadığı bir boşluğu var… Bu güzel eş, sıcak ev, yaptığı işi kahramanımıza yetmiyor olsa gerek. Tevfik Fikret’e Aşiyan’ının, müdürlüklerin, çevresindeki hanımların yetememiş olması gibi. Osho “Sır” adlı kitabında, “İnsan hem beden hem de ruhtur ve ikisinin de tatmin edilmesi, doyurulması gerekir.” der.

Selim İleri’nin “Destan Gönüller”inde romanın başkahramanı Yusuf’a yazılan şu ifadelere bir bakınız: “Yusuf zavallıydı. Gündelik yaşayışlarla yetinemiyordu. Fark etmedin mi? Gündelik yaşayışları zorlamasını öğrenmişti.” Bize kalırsa “Bir Yol”daki kahramanımız da, gündelik yaşayışları zorlamıyor olsa bu tür bir hâl içinde kalmazdı. O da gündelik yaşayışlarla yetinemiyor.

“Felaketim şu ki ben zaman zaman kendini bulan adamım.” Burası öykünün belki de en çarpıcı ifadesi. “Aynalar söyleyin bana ben kimim?” diye soruyor Çile’de Necip Fazıl. Aynalar zaman zaman kahramanımıza gerçeğini söylüyor olmalı. Bir yüzleşme devreye giriyor o anlarda...

Ayrıca ayıklığını birilerininkiyle kıyaslar hikâyemizin kahramanı: “O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın hakikatinde uyanmıştım. Bu ne Baudelaire’in çift odasına, ne de Quincey’in afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu.” Charles Baudelaire’in çift görünümlü odası onun “Paris Sıkıntısı/Küçük Düzyazı Şiirler” eserinin beşinci şiiri. O şiirde Baudelaire’i uyandıran/ayık hâle getiren, bir hayalettir. Bizim kahramanımıza “Ömrünü, ömrünü ne yaptın?” diye fısıldayan bir zavallı vardı. Bu fısıltı, bu fısıltının sahibi de bir hayalet olabilir mi? Olsa dahi şöyle bir fark söz konusu: “Sonra bir Hayalet daldı içeri. Kanun namına işkence etmeye gelmiş aşağılık bir kapatma ya da bir gazete yöneticisinin müsveddelerin geri kalanlarını istemek için gönderdiği adam bu.” Baudelaire’in hayaleti bir dış unsur. Oysa kahramanımızın hayaleti kendi iç sesinden başkası değildir. Üstelik Baudelaire’in şiirinde “eski ve korkunç bir dost” olarak anılan laudanum (Yatıştırıcı ve uyuşturucu olarak kullanılan afyonun alkol içindeki kahverengi çözeltisi/Afyon tentürü.)var. Kahramanımızın ise evinin bir köşesinden laudanum şişesi çıkmayacağına biz eminiz.

Hikâyede yer alan “Bir tabutta uyananlar, yeraltının mutlak sessizliğinde kendi nabızlarını ancak böyle dinler.” ifadesi, Tevfik Fikret’in bu dünyada iken kabir yalnızlığını tecrübe ettiğini söylediği “Bu vehm-alud bir zulmet ki benzer bir zulmet-i kabre” mısrasını nasıl da anımsatıyor.

“Hâlbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.” Bu cümlede Tanpınar’ın hayatı anlamlandırabiliyor olmanın ne mühim olduğuna dikkat çekmiş olduğunu düşünmekteyiz.

Doğan Hızlan, 1901 doğumlu Ahmet Hamdi Tanpınar için “Kimlik sorunumuz üzerine çok düşünmüş…” demekteydi. Böylesi, bireyden yola çıkıp sosyolojik bakışa kayan bir hikâyenin onun kaleminden çıkmış olması tesadüfi olamaz ya!