Dünya güneşin etrafında dönmeye başlamamış, evren oluşmamış ve gezegenler yaratılmamıştı. Hiçbir şey bilinmiyor, tüyleri ürperten rüzgâr dahi esmiyordu. İnsan diye bir şey yoktu ve bu yüzden kırılacak kalpler, incinecek hisler ve büyütülmüş hayaller de yoktu. Kan denilen akışkan madde yaratılmamıştı ve bu yüzden uğruna kan akıtılacak bir şey de yoktu. Her yer karanlık ve bir o kadar da parlaktı. Her şeyi bilen bir şey vardı ama onu bilen kimse yoktu. Yaratma gücüne sahip olan bir şey vardı ama ortalıkta yaratılan diye bir şey yoktu. Ne gece gündüze kavuşuyordu ne de ölüm nefes kesiyordu. Hiçbir şey yoktu ama hiçliğin sahibi olan ve her şeyin başlangıcı sayılan İlk Tanrı vardı. İlk Tanrı tek başına Yalnızlık Sarayı’nda yaşardı…

“Yalnızlık Sarayı’nın Sahibi” ve “Gerçek Kral” olarak da bilinen bu Tanrı, can sıkıntısının da vermiş olduğu bıkkınlık hali ile kendisine yardımcı olacak tanrıcıklar yaratmaya başladı. İlk Tanrı, her biri birbirinden farklı özelliklere sahip olan, kendisinden parçalar taşıyan irili ufaklı yüzlerce tanrıcık yarattı. Her birini şefkatli bir baba gibi evladı saydı ve hepsine farklı farklı isimler koyarak onlardan daha güçlü olduğunu, gerçekleştirmiş olduğu isim verme seremonisi ile gösterdi. İlk Tanrı, kendisinin ilk olduğunu bildiği için en büyük olanın kendisinden başkası olamayacağından da emindi. Bu yüzden tanrıcıklara farklı isimler koyarak, isim koyanın daha önceki bir zamandan beri var olduğu gerçeğini yardımcı tanrılara öğretmiş oldu. Maalesef ki bu tanrıcıkların görüntüsü hakkında bir bilgimiz bulunmuyor, bu yüzden bu konuda bir şey söylememek daha doğru olur. Ayrıca şu detayı da gözden kaçırmayalım sevgili okur, insanlar için tanrıcık diye bir şey yoktur. Yardımcı tanrıcıkların hepsi insanlar için tanrı hükmündedir. “Tanrıcık” ifadesi ve bu tanrıcıkların küçümsenmesi, kendinden güçsüz bir şekilde tanrıcıkları yaratan İlk Tanrı’ya özeldir.

Kendinden güçsüz varlıklar yaratma fikrinden hoşnut olan İlk Tanrı, tanrısallığı olmayan varlıklar yaratmak gibi bir isteğin peşine düştü. Kimseye danışmak gibi bir zorunluluğu olmadığından dolayı hızlı bir şekilde, yokluktan ortaya çıkan varlıklar yaratmaya başladı. Hem yeni türde bir varlık hem de bu yeni türün barınacağı bir saray yarattı ve saraya “dünya” varlığa da “insan” ismini verdi. Yarattığı bu varlıklara “insan” diye seslenilmesini ve onlara yardımcı olunmasını irili ufaklı tanrıcıklara emrettikten sonra tek ve mükemmel olmanın verdiği hazla birlikte Yalnızlık Sarayı’na geri döndü.

Dünya yaşamaya ve güneş etrafında tur atmaya, insanlık tarihi ise binlerce yıl yaşanmışlığa yeni bir gün eklemeye devam ederken, yardımcı tanrıcıklar arasında bir kavga çıktı. Her bir tanrıcık kendisine dua eden insanlar için uğraşıyor ve hayatı düzelen her insan, bir başka insanın hayatını ezmeye başlıyordu. İnsan doğası güçlü olmaya uygun değildi ama tanrıcıkların her biri kendisine dua eden insanlar için uğraşıyordu. Gün mefhumu tanrıcıklar için yok hükmünde olsa da günlerden bir gün öyle bir kavga çıktı ki sesi Yalnızlık Sarayı’na kadar gitti. Her şeyi izleyen ama ses çıkarmayan İlk Tanrı, sarayının içine dolan çirkin kavga seslerini susturmak için ne yapacağını düşünmeye başladı. İstese her şeyin sesini kesebilir ve bütün yardımcı tanrıcıkları yok edebilirdi ama yapmadı. İlk Tanrı yaratmaktan haz aldığı için gürültüyü yok etmek adına bir başta tanrıcık yaratma yolunu seçti ve Tanrı Öldüren Tanrıcık isimli bir tanrıcık yarattı. Her tanrıcık gibi o da isminin anlamı kadar güçlü ve özeldi.

Diğer tanrıcıklar ile aynı şekle sahip olduğundan emin olduğumuz ama içinde barındırdığı potansiyel bakımından hepsinden güçlü olan Tanrı Öldüren Tanrıcık, yaratıldıktan hemen sonra yalnızlık sarayından koşarak çıktı. Ayakları var mı bilinmez ama bir insan düşüncesiyle, yürüyerek çıkmasının uygun kaçmayacağı aşikâr. Sonuçta yapması gereken bir iş var… Yalnızlık Sarayı’ndan binlerce kat aşağıda olan tanrıcıklar katına inen Tanrı Öldüren Tanrıcık, birbirleriyle dövüşen ve İlk Tanrı’nın -sözgelimi- kafasını ağrıtan tanrıcıkların her birini teker teker yok etmeye başladı. Tanrıcıkların savaşının nasıl olduğu ve kimin kazandığını söylememize gerek yok ancak hiç konuşma gereği duymadan işini yapan Tanrı Öldüren Tanrıcık ile sona kalmış tanrıcık arasındaki konuşmayı anlatmak gerekiyor. Çok ses çıkarmadığından dolayı Tanrı Öldüren Tanrıcık’ın en son fark ettiği tanrıcık, -görevine biraz daha devam etmek istediğinden mi yoksa yok olmaktan korktuğu için mi bilinmez- konuşmaya başladı. İnsanlar gibi konuştuklarını söylemek doğru olur mu bilinmez ama tercümesini yapmak bizim vazifemiz sayılır.

“Neden bizi yok ediyorsun?” diyen ve yok olmaktan korktuğu belli olan tanrıcık, neredeyse annesini kaybetmiş bir çocuk misali ağlayacak gibiydi. Her ne kadar insanlar ile aynı özelliklere sahip olmasalar da yok olmanın eşiğine gelmiş her varlık, korkunun yakıcı sıcaklığı ile karşılaşırdı.

Sorulan sorudan rahatsız olmuş bir ses tonuyla cevap veren Tanrı Öldüren Tanrıcık, “İlk Tanrı’yı rahatsız etmenizden dolayı!” dedi.

Sona yaklaştığını anlayan tanrıcık, kendisinin bile zor duyabileceği ses tonuyla bir cümle söyledi. “Rahatsız etmek mi? Biz burada bize verilen emri yerine getiriyoruz sadece!”

“Size verilen emir, insanlara yardımcı olmanız içindi. İlk Tanrı’yı rahatsız etmeniz için değil!” diyen Tanrı Öldüren Tanrıcık, hiç beklemeden sona kalmış tanrıcığı da yok edip, Yalnızlık Sarayı’na doğru ilerlemeye başladı.

Yalnızlık Sarayı’nın kapısından geçtikten sonra İlk Tanrı’nın huzuruna çıkan Tanrı Öldüren Tanrıcık’ın söylediği ilk şey, “Hepsini yok ettim.” cümlesinden başka bir şey olmadı. Gücünden dolayı kibrin en çirkin seviyesine inmiş fakat bunu fark etmeyen İlk Tanrı, kulakları sağır edecek cinsten bir kahkaha patlattı. Mutlu, kibirli ve güçlü olduğuna olan inancı bizim görmediğimiz ve hiçbir şekilde tarif etme imkânı bulamayacağımız yüzünden belli oluyordu.

“Öyleyse şimdi kendini de yok et.” diyen İlk Tanrı, kendinden emin bir şekilde Tanrı Öldüren Tanrıcık’ın suratına doğru baktı.

Duyduğu şeyi tam olarak anlayamayan Tanrı Öldüren Tanrıcık’ın dudağından çıkan kelimeler, fırlatılan ancak yayı sağlam tutulmadığından dolayı uzun süre havada kalamayan bir ok misali titrek bir şekilde Yalnızlık Sarayı’nın içini doldurmaya başladı. “Ne? Kendimi yok etmek mi?”

“Bunda şaşırılacak olan şey ne Tanrı Öldüren Tanrıcık? Seninle olan işim bitti! Diğerlerini yok ettiğin gibi şimdi de kendini yok et…” İlk Tanrı daha fazla konuşmak istemeyen insanlar gibi cümlesini aniden sonlandırdı. Belki de sadece açıklama yapmak istemiyordu, kim bilir?

Yok etmek için yaratılan Tanrı Öldüren Tanrıcık, yok etme işlemini yaparken diğer tanrıcıkları hiç umursamamış ve yok olmamak için girişilen kaçışmaları anlamak için de uğraşmamıştı. Şimdi yok olması gereken kendisiydi ve bildiği tek şey, yok olmak istemediğine dair içini harlayan ateşten başka bir şey değildi. Sarayı terk etmek için adım atmaya başladığı anda, aklına hücum eden bir fikirle gülümsemeye başladı. Yüzündeki sinsi bir gülümsemeyle -her ne kadar yüzünün nasıl bir şey olduğunu bilemesek de- geri döndü ve İlk Tanrı’nın yanına doğru yürümeye başladı.

Huzurundan kovduğu Tanrı Öldüren Tanrıcık’ı karşısında gören İlk Tanrı, şiddetli bir gök gürültüsünü andırırcasına konuşmaya başladı. “Ne diye geri geliyorsun ha? Sana söylediğim şeyi anlamadın mı yoksa?”

Yürüyüşünü ve konuşmasını uyumlu bir şekilde sürdüren Tanrı Öldüren Tanrıcık, gülümseyerek konuşmaya başladı. “Anladım anlamasına da… Ben başka bir şey için geldim aslında.”

“Ne için geldin çabuk söyle! Siz tanrıcıklar, kafamı ağrıtmaktan başka bir şeye yaramıyorsunuz!”

İlk Tanrı’ya doğru giden yolda, yürüyecek alanı kalmayan Tanrı Öldüren Tanrıcık, kendisini yaratan varlığın oturduğu tahtın biraz önünde durdu. “Aklıma takılan bir şey var. Ben az önce kendi cinsimden olan şeyleri mi yok ettim?”

“Her ne kadar sen onlardan daha sonra yaratılmış olsan da hepinizin birer tanrıcık olduğu düşünülerse, evet, doğru. Sen az önce kendi ırkından, cinsinden olan varlıkları yok ettin.” Söylediği cümleden dolayı nedensiz bir gülümsemeye tutulan İlk Tanrı, deli gibi kahkaha atmaya başladı.

Sinsi bir gülümseme, iki kutsal varlık arasında düzenlenen bir futbol maçının topu gibi sürekli olarak birbirleri arasında yer değiştiriyordu. Tanrı Öldüren Tanrıcık, bir şeyleri açıklayacakmışçasına İlk Tanrı’ya doğru baktı. “Az önce fark ettim de… Tanrıcıkların hepsi senin kutsal olan yanını taşıyorlar değil mi? Birbirleri arasındaki kavganın sebebi, senin yaratmaktan dolayı duyduğun hazzın kibre dönüşmesi ve bu kibrin de yarattığın şeylere geçmesi bence…”

“Tanrı Öldüren Tanrıcık! Haddini aşan cümleler kuruyorsun!” İlk Tanrı geçmişi de geleceği de bildiğinden, son duyduğu cümleden dolayı sinirlenmeye başlasa bile oturduğu tahtında bir santim bile kıpırdamadı.

“Kendi yarattığın şeye mi sinirleyorsun? Ben senin küçük versiyonunum yüce İlk Tanrı… Bunu unutma.” Tanrı Öldüren Tanrıcık’ın sesinde küçük bir alay ile küçümseme seziliyordu. Ayrıca söylediği her cümle, İlk Tanrı’nın daha da fazla sinirlenmesine neden oluyordu. Birazdan gerçekleşebilecek olayları kimsenin kestirebilmesi de mümkün gözükmüyordu aslında.

“Bana ders vermeye falan mı geldin sen? Bu ne cüret, anlayamıyorum doğrusu...”

“Hayır. Ben ders vermeye değil, yok ettiğim kardeşlerim gibi seni de yok etmeye geldim!”

Duyduğu son cümleden dolayı İlk Tanrı’nın uzunca bir süre kahkaha attığını hatta attığı kahkahadan dolayı -tabiri caizse- gözlerinden yaş geldiğini söylemek zorundayım.

“Beni… Yok etmek… Öyle mi? Doğrusu beni çok güldürdün Tanrı Öldüren Tanrıcık. Sırf bundan dolayı neredeyse yok olmanı istemeyeceğim!”

Yüzünde bir adet bile seyrilme olmayan Tanrı Öldüren Tanrıcık, duruşu ve gülümsemeyen yüzüyle, söylediği cümlenin arkasında olduğunu belli ediyordu. “Şaka yaptığımı düşünüyorsan, yanılıyorsun.”

“Tamam. Öyle olsun bakalım… Sakın ha sakın beni yok edince İlk Tanrı’nın sen olacağını düşünme, öyle bir şey asla olmaz. Ayrıca seni yaratan ve sana güç veren şeyi nasıl yok edeceksin acaba?”

“Adı üstünde, benim adım Tanrı Öldüren Tanrıcık. Sen de İlk Tanrı’sın. Senin parçanı taşıyan tanrıcıkları yok edebiliyor olmam, az da olsa tanrısal parçayı yok edebildiğim anlamına gelir. Tanrıcıkların içindeki tanrısallığın sebebi de sen olduğuna göre, biraz zor olacak ama yine de seni yok edebilme potansiyeline sahibim!”

Duyduğu son cümlelerden dolayı biraz şaşırmışa benzeyen İlk Tanrı, dayanamayıp kısa süren bir kahkaha daha patlattı. “Siz tanrıcıklar gerçekten de benim kibrimi taşıyorsunuz anlaşılan... Eğer isteseydim bir düşünceyle bile tanrıcıkların hepsini yok edebilirdim ama onları izlemek ve yaşama devam edebilmek için bana ihtiyaç duyduklarını bilmek hoşuma gidiyordu. Aslında tanrıcıkların her biri, benim gücümü bana hatırlatan bir not defteri. Gücümü hatırlatmak, yüceliğimi hepsinin kafasına sokmak için emirler verip durdum, yoksa sizi var etmek gibi yok etmek de benim için çok kolay.” Son cümle ile birlikte tahtından ayağa kalkan İlk Tanrı yavaşça Tanrı Öldüren Tanrıcığın yanına doğru yürümeye başladı. “Şimdi sana “gerçek yok etmek” ne demekmiş göstereceğim!”

Tanrı Öldüren Tanrıcık sabit bir şekilde duruyor, son düzlüğe yaklaşan bir at gibi depara kalkmak için bekliyordu. Karşısında koskoca İlk Tanrı vardı ve bildiği tek şey, kendisini var eden şeyi yok etmeye dair olan ağır bir inançtı. “Zahmet etme! Ben seni yok etmek için geliyorum!”

Koşarak İlk Tanrı’nın yanına giden Tanrı Öldüren Tanrıcık -insan organlarına sahipmiş gibi konuşuyoruz çünkü bir insan olarak kafamızda başka türlü bir uzuv hayal etmemiz imkânsız-, elini İlk Tanrı’ya değdirdi. Hemen arkasından sarayın içine dolan bir ışık huzmesi, gözleri kör edecek kadar parlaktı. Beyazlaşan ve netliğini kaybeden görüntüler eski haline dönmeye başladığı zaman ortaya çıkan gerçek, İlk Kral’ın ayakta durduğu ve karşısında kimsenin olmadığıydı. Tanrı Öldüren Tanrıcık ise ortalıklarda gözükmüyordu…

Yalnızlık Sarayı, yaşanılan olaylarla birlikte belki de binlerce yıl sürecek olan sessizliğe gömülüşünün ilk anını yaşamaya başladı. İlk Tanrı’nın yüzünde işlediği suçlardan dolayı oğlunu öldüren bir babanın acımsı bir gülümsemesi vardı. Her şey bir anda olup bitmiş ve sessizlik, sarayın bütün odalarının içini doldurmuştu. İlk Tanrı, ayağa kalkma zahmeti gösterdiği için kendini bir anlık ayıplasa da tahtına geri dönüp oturdu. Nasıl olduğunu bilmediğimiz dudaklarından, birkaç cümle dökülüverdi. “Gerçekten de benim parçamı taşıyorlar… Yoksa bu kibir nasıl açıklanacak ki?”



Bilal Kartal/Mayıs 2020