bu sabah yüreğimde müthiş bir ağırlıkla uyandım. yıllardır savuşturduğum, görmezden geldiğim, üzerinde durmadığım -doğrusu durmak istemediğim-, varlıklarını -ne haddimeyse- yok saydığım ve yaşamayı ertelediğim ne kadar duygum varsa el ele tutuşmuş, baş başa vermiş ve bana darbe yapmayı kendilerine rota bellemişlerdi sanki. öyle bir sabahtı. hiç beklemediğim bir darbe ile sarsılmış, yutmayı geciktirdiklerim de boğazımda düğüm olarak soluk boruma taş kıvamını alarak dizilmişlerdi. kırgınlardı. yaşamayı reddettiğim hangi duygu varsa bana kırgındı ve biliyordum ki kırgınlık, sırtında daimi bir şekilde öfkeyi taşırdı.




sağıma, soluma, sonra tekrar sağıma ve işte, bir kez daha soluma döndüm. bana sağdan ve soldan hayır gelmeyecek deyip sırtım üstüne yattım, baktım yok, olmadı, kemiklerim bana sana sırtın üstü yatmak da günahtır dedi, işte ben o zaman bu defa yüzükoyun yattım. tutunabileceğim başka hiçbir dalım olmadığını bildiğimden, medet umarak, göz kapaklarımın üzerinde tüm duaları taşıyarak ve biraz da içimden serzenişler ederek yüzümü hanımeli kokan nevresimlere döndüm. bir müddet öyle yattım. baktım olmadı. ben ne kadar diledimse, ben ne kadar içimden tanrı'ma yalvardımsa, yüreğimdeki ağırlık büyüdükçe büyüdü. karın boşluğumdan yaşım kadar bıçak darbesi yemiş gibi hissettiğimde doğruldum. ellerimle kalbimi yokladım, bir de hissettim ki kalbim gök kadar ağır bana.




“tanrı'm,” dedim. “tanrı'm. göğü neden indirdin göğsüme?” bekledim. ama çok az. sabırsızım ya hep, çok az bekledim. baktım tanrı'dan ses yok. hiç yok. dedim “tanrı'm, ah tanrı'm, sen hep böyle, sen hep böyle en ihtiyaç duyulan zamanda ses vermez misin?” bu defa hiç beklemedim. çünkü biliyordum, beklemek boşa zaman kaybıydı, o, hiçbir zaman bana yardım etmeyecekti. aptallık bendeydi. “kızmayacaksan ama tanrı'm, bilmeni isterim ki çok kötü bir yaratıcısın. dünya'ya el atmaz, mazlumu yerden kaldırmaz, kötüye daha çok kötülük yapması için fırsat verir ve kullarına da yardım etmezsin. yoksa sen kötüye çalışan mısın, bileyim, terbiyesizlik etmiş olmayayım.”




dilimin ucunda birikmiş olan ne kadar cümle vardı bilmem etmem. matematiğim kötü benim, hesapla kitapla işim olmaz, sayılarla da aram pek iyi değildir. boyumdan büyük işlere kalkışmadım bundan mütevellit. yuttum tanrı'ya söylemek istediğim ne varsa başka. ağzımı bıçak açmadı. öylece saçlarım birbirine karışmış bir hâlde yatağımda oturdum. belki beş, belki on dakika. zaman kavramını kendim için soyutladım. sonra niye öyle oldu akıl sır erdiremedim, kemiklerime jilet parçalarıyla çentik atılıyormuş gibi sızım sızım sızladığımda, yatağıma büklüm büklüm kıvrıldım. canım öyle çok acıdı. yüreğim daha çok ağırlaştı. sanki tanrı beni tam orta yerimden ikiye böldü: yatağımda iki büklüm oldum.




göğsümün içindeki gök bana nefes alamazmışım gibi hissettirdiğinde ah dedim inledim, vah dedim inledim. annemin ellerini saçlarımın arasında, babamın nefesini ensemde istedim. gözlerimi yumdukça yumdum. öyle sıkı yumdum ki bir daha hiç açamayacağım sandım. kirpiklerim öyle iç içe geçti ki birbirlerinden haram olsun kopamazlar diye düşündüm. zihnimin içerisindeki küçük kemirgenler tüm zehirli düşüncelerimi kemirirken, ben düşüncelerimde yine havva'nın elindeki yasak elmayı yemeyi arzuladım. dedim havva, zehirli olan benim düşüncelerim değil, zehirli olan benim zihnim. çünkü havva, çünkü canım, buradaki tek yılan benim, bil istedim.




baktım havva birden yok oldu, düş mekanı ya, her şey böyle aniden bir belirip bir kaybolabilir. aman, dedim sonra kendi kendime. sen kaybolsan kaç yazar, benim anam sen değil, lilith'tir.

ㅤ ㅤ ㅤㅤㅤㅤㅤㅤㅤ

derin nefes aldım. derin derin. acı büyüdükçe kıvranmalarım arttı. öyle ki dayanılmaz bir boyuta ulaştı. sanki sahiden ben yılandım ve deri değiştirmek sanatımdı. bir perşembe günü, tam öğle vaktinde ben de sanatımı icra ediyordum. dedim olmaz olsun böyle sanat, olmaz olsun bu sanatın vereceği acı.




kafatasımı şu karşımdaki duvara vura vura parçalama isteğiyle yanıp tutuştum. ellerimi saçlarımın arasına daldırdım, bacaklarımı karnıma kadar çektim. annemin karnındaki ilk hâlim gibi, oldum mu sana cenin. sanki kafka'nın dönüşüm kitabındaydım ve kıvrandıkça ilk hâlime dönüşmeye yüz tutmuştum ben de. altımın çizilmesini ve belki de en sevilen, en çok anılan alıntı olmayı istedim.ㅤ ㅤ ㅤㅤㅤㅤㅤㅤㅤ




tırnaklarımla saçlarımın diplerini oydum. sanki böylece zihnime ulaşabilir ve orada dönüp duran bu oyuna bir son verebilirdim. belki de o sonu kendim yazabilirdim. ama yapamadım. tırnak diplerim deriler ve kanlarla doldu, ben yine de zihnime ulaşamadım. ㅤ ㅤ ㅤㅤㅤㅤㅤㅤㅤ




satır başı yapıp yeni bir paragrafa geçtim, adımdan sonra üç kelime yazıp cümlenin sonuna üç nokta koydum. sonra yazdıklarımın üstünü çizdim ve bir önceki paragrafa geri dönüp şöyle devam ettim: tanrı'm, tanrı'm eğer varsan bir işaret. tek bir işaret.




gözlerim, kafamı parçalamak istediğim duvarda gezindi. puslu pusluydu ya bakışlarım. acının verdiği ağırlığı gözlerime konuk etmiştim. umursamadım. yağmur yağdığı zaman oluşan nemden dolayı duvarda yer edinen kocaman lekeye baktım. bir bulutu andırıyordu, belki de bir fili. bir doğum lekesini de andırıyor olabilirdi, bir yanık lekesini de. adına ne derseniz deyin. her halükarda en çok bana benziyordu. hiçbir anlamı yoktu ve yalnızca insana rahatsızlık veriyordu, hiç istenmiyordu ve istenmemesine rağmen o duvardan asla kopmuyordu da. dedim tanrı'm neden. neden varoluşsal sancılar içindeyim, neden insanların hayatında bir lekeden fazlası olamıyorum, neden adem'ime kavuşamıyorum?




sonra sanki göğsümün içinde şimşekler çaktı, kulaklarım çınladı, duvarlar yerinden oynadı. dedim eyvah, bir yaratığa dönüşüyorum galiba. sonra dedim yok, ne yaratığa dönüşmesi korkak, ölüyorsun sen. kemiklerim iç içe geçti gibi oldu, zor bela soluma döndüm, solum üzerine yattım. en çok solum üzerine yatmayı severdim çünkü. ölürsem eğer böyle öleyim istedim. bekledim. bana uzunca gelecek bir süre boyunca bekledim hem de. ölmedim. ama yaratığa da dönüşmedim. biri benimle dalga geçiyor diye düşündüm ki hiç beklemediğim anda onun sesini duydum: dedi sen havva mısın adem'ine kavuşasın?




o an yerle gök arasında sıkıştım kaldım. büyüleyici bir sesti şaştım kaldım. yerimden güç bela doğruldum ama ağrım bir nebze olsun hafiflemedi. yüreğimdeki ağırlık büyüdükçe hareketlerim hantallaştı. tanrı'mın sesi yüzünden tüm nevrim şaştı. dedim tanrı'm, yalvarırım al şu bendeki ağrıyı. dedi ki hayır, sen o ağrıyla varsın. dedim necedir bu ağrı, nedendir bu ağırlık? neden sığdırdın göğsüme gökyüzünü? dedi haktır sana, sorgulama beni.




gözlerimde cam kırıkları varmış gibi hissettiğimde acı acı inlemeye devam ettim. tanrı'm bana güldü. oturduğum yerde küçüldükçe küçüldüm. bir zavallıydım ve bunun ötesine hiç gidemedim. dudaklarım kabuklarını atarken, yüzüm derisini döktü. sanki yatağımın ortasına eridim de kimseler görmedi. duvarlarım yerinden oynayarak üzerime doğru geldiğinde gözlerimi kapattım, kollarımı etrafıma sardım. beni benden başka saracak kimse yoktu, biliyordum. dedim tanrı'm neden? neden kullarına bunu yapıyorsun? dünyadayken cehennemi yaşatıp diğer dünyada da cenneti kazanmak için neden bizi bir sınava koyarsın? tanrı'm sanki göz devirdi bana. üzerime düşecek sandım bir an, nefesim kesildi. gözleri var mıydı bilmem ama sanki gözlerinden müthiş bir öfke geçti. öfkenin peşi sıra güçlü bir alay duygusu sonra. gözleri parıldadı. dedim tanrı'm, dünya'nın neden bu şekilde bir döngü içerisinde dönmesine izin veriyorsun? tanrım güldü ve bana şöyle dedi: be ahmak, çok biliyorsan sen yap.




bir baktım sonra öldüm. ölürken de çok güldüm.