Okuyacağınız öyküde tetikleyici unsurlar bulunmaktadır.



Hırkamın kolunu avucumun içerisine alarak, bir şeyler görebilirim umuduyla camdaki buğuyu sildim. Hava zifiri karanlık olmasına rağmen sokak lambaları yanmıyordu. Araba farlarının aydınlattığı kadar görebiliyordum etrafı. Babam, yola çıktığımızdan beri hiç konuşmamıştı. Zaten babam benimle hiç konuşmazdı. Bir eli direksiyonda, diğer eli tespihinde, sadece dudaklarını oynatarak zikir çekiyordu. Çok sıkılmıştım. Elimi radyonun açma tuşuna doğru götürdüm. Babam elinin tersi ile suratıma bir tokat çarptı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi zikir çekmeye devam etti. Onun bu ilkel davranışlarına alışkın olduğum için sesimi çıkarmadım. Başımı çevirip karanlığı seyretmeye devam ettim. Bir süre sonra yolun kenarında durduk. Babam arabadan indi. Bagajı açtı ve bavulumu aldı. Bagajı kapattı. Arabanın arkasına iki kez vurdu. Arabadan inmemi istemişti. Onun benimle kullandığı dil buydu. İndim. Karşımdaki arazinin ortasında ışıkları yanan üç katlı bir apartman vardı. Etrafında tek tük müstakil evler bulunuyordu. Babam apartmana doğru yürürken, arkasından onu izlemeye başladım. Binanın kapısında durduk. Babam zile bastı. Çok geçmeden kapı açıldı. Orta boylu, kalem bıyıklı, beyaz gömlekli genç bir adam karşıladı bizi. Babam selam verdi.


—Es-selamü aleyküm Halil hocam.

—Aleykümselam Malik Efendi. Hoş geldiniz. Delikanlı bu mu?

—Evet, benim oğlan. Artık sizin talebeniz olacak inşallah.


Adam yanağımı okşadı. Rahatsız olmuştum. Yüzünde samimiyetsiz bir tebessüm barındırıyordu. Babam ensemden hafifçe itti.


—Elini öp bakayım hocanın.


Sorgulamadım. Ağzıma doğru uzatılan eli öptüm ve alnıma koydum. Adam tekrar yanağımı okşadı. Bana dokunulmasından hep rahatsız olmuşumdur. Ancak tepki veremedim. Adam bizi içeri davet etti.


—Malik Efendi, uzun yoldan geldiniz, buyurun bir çayımızı için.

—Zahmet olmasın hocam, ben oğlanı size teslim edip döneyim. Daha yolum uzun, bir dahaki sefere inşallah.


Adam ısrar etmedi. Babamla el sıkıştılar. Babam geçtiğimiz bayram kurban pazarında kuzu aldığımız gün de böyle el sıkışmıştı. Uzun uzun... Pis pis gülerek... Bu kez kurbanı satan taraftı. Babam yapılan anlaşmanın ardından dünyanın en klişe laflarından birini ağzından kustu.


—Artık eti senin, kemiği benim.


Kemiğim babamındı belki ama etim onun muydu? Bu adam etimle ne yapacaktı? Neden kimse benim fikrimi almadı? Evet, buraya gelmeyi kabul etmesem bile, babam zorla getirecekti. Annem de karşı koyamazdı. Koyarsa dayak yerdi. Gerçi koymasa da yerdi. Bende yerdim. Üstelik bir şey yapmış olmama gerek yok. Annemden sonra sıra hep bana gelirdi. Bu kez babam değil, annem döverdi. Sanırım babamdan gördüğü şiddetin hıncını çıkarabilmek için doğurmuştu beni. Belki de burası bana iyi gelir… Kapıyı kapattıktan sonra adam sordu.


—Adın ne senin?

—Furkan.

—Baban ne güzel bir isim koymuş. İsminin anlamını biliyor musun?


İsmimi babamın verdiğini nereden biliyordu ki? Annem koymuş olamaz mıydı? Gerçi bunların kitabında kadının bir değeri olmadığı için aklına böyle bir düşünce bile gelmiyordu. Sahi, onların kitabının adını taşıyordum. Ne garip.


—Kur’an-ı kerim demekmiş.

—Maşallah! Kaç yaşındasın?

—13.

- Gel seni yeni arkadaşların ile tanıştırayım.


Hoca bavulumu girişte bıraktı. Merdivenlerden ikinci kata çıktık. Geniş bir salona girdik. Ortada okul sıralarına benzeyen masalar vardı. Duvarda yeşil yazı tahtası vardı. Sınıfa benziyordu. Birkaç çocuk masalardan birine oturmuş sohbet ediyorlardı. Salondan başka bir odaya girdik. İçeride bir düzine çocuk vardı. Hoca beni tanıttı.


—Bu yeni arkadaşınız Furkan. Önce tanışın. Sonra ona burayı gezdirin, kurallarımızı anlatın. Bir saat sonra yatma vakti, hadi bakalım!


Hoca gitti. Çocuklar beni incelemeye başladı. Onlar için bir turisttim. Birkaç gün önce bizim sokaktaki roman çocuklarından biri saçıma sakız yapıştırdığı için annem saçlarımı kazımıştı. Biraz komik görünüyordum. Çocuklardan biri elini uzattı.


—Ben Mesut.


Elini sıktım. Çocuk konuşmaya devam etti.


—Bak buranın belli kuralları var. Bunlara uyarsan hiçbir sorun yaşamazsın.

—Yardımcı olursanız çok sevinirim.

—Öncelikle, hocaların her dediğini yapacaksın. Namaz saatlerinde hazır olacaksın. Buranın temizliğini biz yaparız. Hocalar her hafta gruplar oluşturuyor ve görev yerlerini belirliyor. Okul harici dışarı çıkmak yasak. Okul yakın zaten. Çıkar çıkmaz bizi arabayla alıyorlar.

—Başka?

—Okuldan gelince yemek yenir. Görevli olanlar bulaşıkları yıkar. Sonra etüt saati gelir. Önce bir saat kuran okuma dersi, ardından okul dersleri... Akşam namazından sonra yatsı namazına kadar zikir yaparız. Ardından yemek yeriz. Saat 12’de yatakhanede oluruz. Işıklar kapanır ve herkes uyur. Gece ortalıkta dolaşmak yasak.


 —Anladım.


Başka bir çocuk bana seslendi.


—Şimdi burada herkesin bir lakabı var. Benimki Ballı. Mesut’unki Sarı. Şimdi sen de kel olduğun için sana Sik Kafa diyeceğiz.


—Ben bunu sevmedim.


Çocuk gülmeye başladı. O gülünce diğerleri de gülmeye başladı. Sinirlenmiştim.


—Bana adımla seslenmenizi istiyorum.


Çocuklar hep bir ağızdan bağırmaya başladı.


—Sik kafa! Sik kafa! Sik kafa!


Bu gibi durumlarda babamdan öğrendiğim bir şey vardı. Şiddet. Lakabının Ballı olduğunu söyleyen çocuğun taşaklarına dizimle vurdum. Çocuk iki büklüm olup bağırmaya başladı. Çocuklar bir anda üzerime çullandı. Bir tanesi süpürge sopası ile bana vurmaya başladı. Ağlamadım. Alışkındım. Bir süre sonra Halil hoca içeriye daldı. Çocukları dağıttı. Beni kaldırdı. Suratıma sert bir tokat vurdu. Koltuğun üzerine düştüm. Elimi yanağıma koydum ve suratına sert bir şekilde baktım. Başka bir şey yapamazdım ki... Etim onundu. Babam vermişti. Bağırmaya başladı.


—Şerefsiz! Çocuğun erkekliğine vurmuşsun!

—Ama onlar…


Cümlemi bitirmeden bir tokat daha attı. Çocuklar sessizce izliyordu. Bazıları sırtlan gibi gülümsüyordu. Ayağı kalktım. Hoca omzumdan tutarak salona doğru itti. Sonra çocuklara bağırdı.


—Alın bunu, yatakhaneye götürün. Zıbarsın yatsın.


Başta hiçbiri ses çıkarmadı. Bir süre sonra salondaki çocuklardan biri geldi.


—Gel kardeşim, götüreyim seni.


Onu takip etmeye başladım. Suratı benden büyük duruyordu ama kısa boylu ve çelimsizdi. Arada suratıma bakıyordu. Gözlerinin ardında acı içinde kıvranan bir çocuk vardı sanki. Çığlıkları kulaklarımı tırmalıyordu. Merdivenlerden inerken sessizce konuşmaya başladı.


—Benim adım Ali. Seninki ne?

—Furkan.

—Zengin piçlerinin arasına düşmüşsün. Onlarla takılma.

—Nasıl yani?

—Babaları cemaate sürekli bağış yapıyor bunların. Hocalarda ses çıkarmıyor o yüzden. Bizi eziyorlar hep.

—Anladım. Ne yapacağım peki?

—Bunlarla muhatap olma. Bizimle takılabilirsin. Kaç yaşındasın sen?

—13, sen?

—14.


Zemin kattan bavulumu aldım. Yatakhanelerde bu kattaydı. Odalardan birine girdik. İçeride 20 küsur ranza vardı. Ali içlerinden birini gösterdi.


—Burası boş. Burada yatabilirsin.

—Teşekkür ederim. Eşyalarımı nereye koyacağım?

—Şimdilik ranzanın altına koy. Yarın hoca boş dolaplardan birini verir sana.

—Teşekkür ederim Ali.

—Hadi, hayırlı geceler.

—İyi geceler.


Bavulumdan eşofmanlarımı çıkardım. Üzerimi değiştirdim ve yatağa girdim. Sırtım çok acıyordu. Kolumu sıyırdım. Morluklar vardı. Yanağım çok acıyordu. Canım çok acıyordu. Ağlamaya başladım. Benim burada ne işim vardı? Yolda gelirken burasının bir sığınak olacağını düşünmüştüm. Ancak insan kaderinden kaçamazmış. Annem hep “Allah’a dua et, bize sadece o yardım edebilir.” derdi. Öyle yaptım. Biraz doğruldum ve minik avuçlarımı açtım.


—Allah’ım. Beni neden lanetledin? Kimin günahının bedelini çekiyorum? Babamın mı? Ben babamın bir imtihanı mıyım? İmtihan edilenlerin imtihanı mıyım? İnsanların önüne şeytan tarafından atılan bir yem miyim? Kurban mıyım? İsmail’i İbrahim’e kestirmeyen sen, başkalarının beni öldüresiye dövmesine neden göz yumuyorsun? Allah’ım, bir bana mı sağırsın? Allah’ım, çok korkuyorum. Belli etmiyorum ama çok korkuyorum. Bir kez olsun beni koru, bir kez olsun kurban ben olmayayım…


Ben fısıltıyla dua ederken çocuklar ve hoca içeri girdi. Hoca bağırdı.


—Herkes yataklara. Işıkları kapatıyorum.


Herkes yataklarına girdikten sonra hoca, ışıkları kapattı ve gitti. Yüzümü duvara döndüm. Çocuklardan biri sessiz bir şekilde o nefret ettiğim lakabı söyledi.


—Sik kafa… sik kafa…


Ses çıkarmadım. Ardından sesler artmaya başladı. Battaniyeyi suratıma çektim. Bir süre daha seslendiler. Dayanamadım, karşılık verdim.


—Taşaklarını eline vermem hoşuna gitti galiba?


İçlerinden biri gülerek cevap verdi.


—Orospu çocuğuna bak, yediği dayak akıllandırmamış. Gece burada şeytanlar gezer, dikkat et!


Cevap vermedim. Olay çıksın istemedim. Biraz da korktum. Bir süre daha hakkımda konuşmaya devam ettiler. İçimden küfürler ettim. Anneme çok kızdım. Hani Allah bize yardım ederdi? Yine duymamıştı beni. Yine tutmamıştı elimi. Yine kurbandım… Bir süre sonra çocuklar sustu. Bazılarından horlama sesleri yükselmeye başladı. Bazıları burnunu çekiyor, bazıları öksürüyordu. Uyuyamıyordum. Uyumak da istemiyordum. Çünkü kendimi güvende hissetmiyordum. Şeytanlardan kastı neydi? Sürekli bunu düşündüm. Bu eziyete katlanamadım ve yataktan kalktım. Sessizce yatakhaneden dışarı çıktım. Koridorun ışığı yanıyordu. Yavaşça yürümeye başladım. Merdivenlerden yukarı çıktım. Ayaklarım üşüyordu. Ayaklarım hep üşürdü zaten. Üçüncü katın girişinde durdum. Garip sesler geliyordu. Koridordan ilerlemeye başladım. Seslerin şiddeti artmaya başladı.


- Sus! Sus! Öldürürüm sus!


Halil Hoca’nın sesiydi. Yanında biri daha vardı. Acı bir şekilde inliyordu. Boğuk sesler geliyordu. Bulanık sesler. Halil Hoca dediklerini yineliyordu.


—Sus! Gebertirim seni! Bitecek birazdan!


Ne olduğunu anlayamamıştım. Çok korktum. Çocuğun bahsettiği şeytanlardan biri miydi? Cinler bana oyun mu oynuyordu yoksa? Sesler susmadı. Arkamı dönüp gitmeye karar verdim. Sonra bir çığlık koptu odanın içerisinden. Durdum. Kötü olan her şeyi düşündüm o an. Bütün kötülükleri. Merdivene doğru baktım. Algılarıma hançer gibi saplanmaya başladı karanlık. Babam küçüklüğümden beri şeytanlarla, cinlerle korkutmuştu beni. İblisler Allah’ın üzerimize saldığı köpekleri miydi? Titremeye başladım. Biri, bir şey bana zarar verecek diye ödüm patlıyordu. Yataktan çıktığım için pişman oldum. Ayetel Kürsi okumaya başladım. Koşarak aşağı indim. Yatakhaneye girdim. Yatağıma uzandım ve battaniyeyi yüzüme kadar çektim. Beklemeye başladım. Bekledim. Bekledim. Bekledim. Binlerce şey düşündüm. Yüzlerce senaryo yazdım kafamda. Dayımın doğum günümde hediye ettiği Casio saatime baktım. Sabaha karşı 5 buçuktu. Birazdan sabah ezanı okunacaktı. Yatakhanenin ışığı yandı. Başka bir hoca gelmişti. Girişteki ranzanın demirine yüzüğü ile vurmaya başladı. Vururken aynı zamanda bağırıyordu.


—Kalk! Kalk! Kalk!


Herkes yataktan çıkmaya başladı. Hoca hala demire vuruyordu. Çat, çat, çat. Her vurduğunda çıkan ses, kafamın içinde beş tur dönüyordu. Sabah olduğu için sevinmiştim ancak aklım hala gece duyduğum seslerdeydi. Çocuklar abdest almak için lavabolara doğru gitmeye başladı. Ardından bir çığlık yükseldi, bir çığlık daha ve bir çığlık daha… Yatakhaneden çıktım. Bütün çocuklar koridora toplanmıştı. Bazıları ağlıyordu, bazıları sadece duruyordu. Dört tane hoca, çocukları dağıtmaya çalışıyordu. Çocuklar dağıldıkça görüş açım genişliyordu doğum yapacak bir rahim gibi. Ve bebeğin başını gördüm. Kan içinde... Ölü doğmuştu bebek. Ağlamıyordu. Nefes almıyordu. Kanlı olan her ölüm bir cinayettir. Ölü doğan bir bebeğin katili kimdir? Kim bu kadar sadist olabilir! Ölü doğmuştu bebek. Yaşamamıştı hiç. Belki hiç acı çekmemişti. Tanıyordum o bebeği. Adı Ali’ydi.


O gün Tanrı’ya küstüm. O gün insanlığa küstüm. O gün babama küstüm. O gün kendime küstüm. O gün var olan her şeyden nefret ettim. Tanrı ilk kez duamı kabul etmişti. Ancak karşılığında bir kurban almıştı...


Sevgili okuyucum, cennetin varlığından emin değilim. Ancak bildiğim bir şey var: Elinden tutulmayan her çocuk için dünya cehennemdir. Ben hayata umutla bakamıyorum. Benim hikayelerim mutlu sonla bitmiyor. Acı da olsa dürüst olacağım. Durma, yargıla beni...