Babam sanki tanrının arabalarını sürerdi.

Biraz mahçup, biraz korkak, biraz gururlu..

Tövbe haşa birazda bıkkın.

Bir lokma ekmeğin ağırlığını taşırdı babam tanrının arabasıyla.

O ekmeği yiyememenin öfkesini.

Un tadını bilmeyen değirmenci misali.

Devrilmiş iyi kalpli hükümet gibiydi babam.

Kalbinde ormanlar vardı bilirdim.

Bembeyaz zambak bahçeleri..

Arada bir parmaklarından saçlarıma taç yapardı,

Şiiri de onunla öğrenip, öyle sevdim.

Beni daha çok sevsin diye bulduğum patika bir yoldu şiir.

Dedim ya, ellisinden sonra değişti.

Devrildi...

Halkına küsmüş beyaz yakalı, süveterli devletti babam.

Her yarıda bırakılmış tamamlanmamış insan gibi öfkeliydi.

Tanrıya değil, arabasına kızgındı babam.

Dört tekerli beygir değildi ki hayatın bütün yükünü taşısın!

Hepi topu insandı heybesinde dağları taşıyan.

Babamda bu yolları gide gele öğrenmişti.

Ne diyordunuz siz ona? Yaşamak?

Hah! Yaşamak buysa ölümün ağırlığını taşıyamazdı insan..

Babam onu da taşıdı heybesinde,

Kâh güle güle, kâh söve söve...

Biz babamla böyleydik.

Ama sadece ikimiz.

Ağlanacak halimize dudaklarımızı ısıra ısıra güler,

En gülünecek yerde Ege'de bir tepede hıçkıra hıçkıra ağlardık.

O şimdi arabasını çekti bir kenara,

Unuda umudu da bıraktı.

Serumdan delik deşik olmuş kollarıyla,

Yılların acısını kahkahasını taşıyan sazıyla bana hala en sevdiğim türküyü çalıyor.

Biz ömrümüzde ilk defa babamla, aynı acıya, aynı sessizlikle,

En ağlanacak yerde,

Bir hastane bahçesinde ağladık.