Bu öykü @Morpheus ile beraber yazılmıştır. Korsan Mamutların ezgileri ile harmanlanmıştır.


Bir gün tanrı köşkünden kalktı. İrinler pek parlak, yalnız ve solup gitti. Yanında rıfık vardı ama o kalkmaya yeltenmedi. Ölüm bir çocukken ağlar durur, şarkıların kayıp ezgileri, oldukça gürültülü. Tanrı büyük, ulu salonunda, parkeleri özel bir taştan yapılmıştı ve üstünde kim ilerlese adımlarına ayak uydurarak yanıp sönerdi, ağır ağır yürüdü. Altındaki taş da onunla birlikte ağır ağır yürüdü. Kudretin gölgesiydi yürüyen, gökyüzüne düşen bir kara bulut, bebeklerin gördükleri ilk şeydi, bir karartı sonrasında ışıklar ve renkler. Rıfık yokken çok daha eskiden, çok çok uzun zaman öncelerde, bu taşı kendi getirmişti tanrı sarayına, yine kendi döşemişti büyük bir özen ve dikkatle. Yalnızlığım için, diye düşünmüştü. Kadim yalnızlığım belki bir nebze diner. Dinmemişti. Sert ve ölüydü. Ceset kokar, tanrı olmanın faydası yok, yaşamın zıtlığı döner durur akıl denen diyarda. Ama sonra rıfık gelmişti, saçları karman çorman, ağzında sallanan dişleriyle. Pis ve kederli bir çocuktu, tanrı onu alıp temizlemiş ve yemek yedirmişti. Elleriyle yarattım, dediği buydu. Ruhunu üfledim, korkularını yerleştirdim özenle, anılarını biçimlendirdim ipimle. Ama o kendisinden değildi. Öyle hissettirmiyordu. Tanrı gibi hissetmiyordu tanrı. Sonrasında onunla konuşmaya da çalışmıştı ama rıfık o günlerde pek konuşmak nedir bilmezdi, kendi kabuğuna öyle alışmıştı ki yolculuğunda, tanrının yalnızlığını görmüyor kendi kabuklarını soyuyordu. Tanrı fark etmişti bunu. İçinde insancıl bir öfke baş göstermiş, sessiz sedasız varlığını ele geçirmişti. Yalnızlık neydi. Buna hakkı yoktu, o tanrıydı ve yalnız olamazdı, anlaşılmayan diyarın görünmez ahalisindendi rıfık için. Önemsiz ve pek önemsiz. Tanrı kendi köşkünün yanına köşkü kadar ahenkli ama biraz daha sadesini ve onun çocuk boyuna uyacak kadar küçüğünü koymuştu. Tüm taşlarını kendi getirmiş, özel bir ağaçtan kestiği tahtasını itinayla oyup bir şekle bürümüştü. Uzaktan izleyen bir gözlemci olsaydı tanrıya pekala şunu sorardı, sen tanrı değil misin, neden ol demiyorsun ve olmuyor? Muhakkak bunu sorardı. Tanrı günlüğünde yarattığı bu farazi kişiye cevap da vermişti. Cevabı uzun boşluklarla dolu idi. Boşluklar yankılanıyor ve zamanı içine alıp kendi dünyasını şekillendiren anılara, duygulara gebe oluyordu. Yapılan her şey eh dedirtiyordu, ağızda kül tadı var, yaşam sahibine havlıyor, sahibi ise sessiz ve kederle tanrısına, kendisine haykırıyor. Zaman diye başlıyordu cümlesine. Ve uzun bir boşluk. Zamanla bir olabildiğinde ve zamanı aşabildiğinde zaman öyle yetersiz ve öyle fazla gelir ki. Zaman dostum, belki sorunun cevabında konuşmamız gereken tek illet odur. Belki de asla konuşulmaması gereken tek ilet, diye düşünüyor tanrı kendi kendisi ile. Yarattığı en büyük eseri, sessizlikle uçup giden yabancı. Bir zamanlar bebek gibi ellerinde büyümüştü, ışıktan daha güçlü, keskin, büyüleyici; değer verildiği vakit zamansız olanın özgürlüğü sinmişti üzerine, boyutların derinliğinde yüzen ulu balina, tanrısı bile tutamazdı onu ve tanrı biliyordu bunu. 

Rıfık bazı günlerde halsiz oluyordu. Tanrı gözlerinde ırak sessizliği hissedebiliyordu. Geldiğinden bu yana iyi beslenmiş, iyi bakılmıştı. O hiç anlatmadığı yolculuğunun üstünde bıraktığı izleri silmiş gibiydi, saçları gür ve parlaktı artık, sallanan dişlerini tanrı çekmişti, uzun ve doyurucu sofralarda sıcak bir şömine ve tatlı sesiyle tanrı olurdu. Yatağına tanrı götürüyordu ve nispeten deliksiz uykular çekiyordu. Tanrı yalpalayıp kükreyen, dişini gösterip dölleyen rüyalardan uzak tutuyordu ondan. Ama yine de şu bazı günler öyle çok halden düşüyordu ki. Tanrı onun için dünyaya inmeye karar vermişti, bir gün bunu ona da söylemeye karar verdi. Çünkü ona söylemeden gidip gelemezdi. Gitmesi bir zaman, araması bir zaman ve aradığıyla dönmesi başka bir zaman alırdı. Tüm bu zamanlarda onu bilinmeyen bir yalnızlıkla baş başa bırakamazdı. Ya da kendisini. Uzun süre yalnızlıkla vardı. Azizlerin duası duyulmuyor, açılan ellerin, semaya yükselen duaların bir anlamı yoktu kendisi için. Kocaman bir göz, bakar durur her bir yana, ne ötesi var ne de duvar. Bir çocuğun kahkahasını duyduğunda çok geç, öldü. Aşk yaşandı, bitti ve tekrar yarattı bir diğerini. Sessizlik ve yaşam akıp gidiyordu beraber… Şöminenin başında buldu rıfıkı. Yere bağdaş kurmuş ateşi izliyordu. Gözleri kocamandı ve alevler suratında dans ediyordu. Tanrının geldiğini duydu, tepki vermedi. Tanrı öylece dikildi gölgelerin arasında. Dünyaya gitmesi gerektiğini söyledi lafı pek dolandırmadan. Rıfıktan bir cevap gelmedi. İlginçti, pek tanrı gibi hissetmiyordu kendisini tanrı. Kendisi de ne yaptığını bilmiyor, kelimeler boşluğa yuvarlandığına nasıl hissetmesi gerektiğini kestiremiyordu. İncinmişti. Olan buydu tanrıya. Ve böylece tanrı karanlığa çekildi. Gündüz olmasını güneşin ağarmasını beklerken yatağında hafif bir uykuya daldı. Rüyasında karmakarışık imgeler gördü. Bir cellat ve dünya sarmaşıkları, kan ve irin, pembe bulutlar ve rıfık, rıfığı tanrı katında yapayalnız gördü. Yüzünde büyük ter damlaları, sıçrayarak uyandı yatağında. Dünyaya inmekten vazgeçti, rıfığa çareyi kendi bulacaktı. Büyük salona indi, köşküne kuruldu ve düşüncelere daldı. Öğlene doğru rıfık uyandı ve salona indi, kendi yerine oturdu. Uzun bir zamanı geçirdiler, uzun bir sessizlik içinde.

Tanrı köşkünden kalktı. Rıfık kalkmaya yeltenmedi. Salonunda ağır ağır yürüdü. Altındaki taşlar da ağır ağır yanıp söndü. Gece kendini sonsuzluğa bıraktı. Tanrının içini kemiren şeyler fırtına, köpüklü dalgalar gibi ruhuna dayandı. Rıfıkta bir şey vardı. Bir türlü anlayamadığı bir şey. Bunu çözmeliydim. Ama neden? Nedense bu soru canını sıkıyordu tanrının. Altındaki taşlar yanıp söndü her bir adımında. Rüyasında rıfıkı gördüğünde, yalnız gördüğünde terler içerisinde uyanmıştı. Uyumak ve uyanmak tabi saçmaydı kendisi için ama rıfıkı anlamak için uyuyordu, rüyalar görüyordu. Ama bu sefer farklıydı. Tanrı iliklerine kadar hissetti bunu. Orada rıfıkın yalnızlığı kavurmuştu varlığını. Çok tanıdıktı. Gözyaşlarını hissettiğinde neden korktuğunu anlayabiliyordu tanrı. Rıfıkın yalnızlığını hissedebiliyordu.

Tanrı sonunda çözümü bulmuştu. Rıfığa doğru yollandı. Bu sefer mermerler yanıp sönmedi. Kadim bir serseniz vardı aralarında ve karanlığa bıraktılar kendilerini.

Tanrı rıfığın karşısına oturdu.

Seni anlıyorum, dedi tanrı.

Rıfık sessizlikle cevap verdi.

Anılar, zalim parçalar, silinip atılmayacak kadar değerli, asla hatırlanmayacak kadar da zalim.

Önemi var mı? Diye sordu rıfık. Sesini ilk defa duyan tanrı gülümsedi.

Yok.

O zaman konuşmanın da bir önemi olmamalı.

Evet.

Evet.

Uzun bir sessizlik üçüncü olarak aralarına girdi. Sanki başka bir varlık gibi oturdu aralarında. Hiçlikti, gizemliydi. Geçmiş ve geleceğin arasında örülen ağ misali, çocuk öldü, baba katildi. Salıncakta hep tek başına eğlenen kendisi idi. Sessizce hüküm vermeye gelmişti.

Tanrı olduğunda tanrı olursun. Buna mecbursun.

Bende rıfık olmaya mecburum.

Evet, böyle olmasını ben sağladım.

Neden endişelisin.

Buna alışık değilim, dedi tanrı.

Neye alışık değilsin.

Yalnızlığa.

Uzun bir süre onun içinde doğdum ve ölümümde onunla olacak. Ben korkmuyorum.

Sen geldiğinde, dedi tanrı. Sevindim. Çünkü yalnız değildim. Tüm bu hayat ve yaşam benden çıktı. Ancak yarattığım şeyden kendimi ayıracağımı sanmak çocukçaydı.

Peki ne istiyorsun.

Seni.

Peki.

İzin veriyor musun.

Sen tanrısın. Bir önemi var mı?

Yok sanırım.

Tanrı tekrar gözünü açtığında kafasının üstünde gri gökyüzünü gördü. Bulut gelecekti. Şemsiyesi olmamasına üzüldü. Ben rıfığım dedi. Şimdi bir parka gidip salıncaktan kaymak istiyordu. Sonra belki dondurma alırdı kendine.