Ölümü üstüme hiç yakıştırmadığım bir anda olup bitmişti her şey. Ölüm… Ağzımda kan tadı, belimde ince bir ağrı, yüreğimde hayatın bu kadar erken bitmiş olabileceğine dair bir kırgınlıkla ölümü hissediyordum içimde. Neden bu kadar erken gelmişti? Otuz yaşıma henüz dün basmıştım ve geleceğe dair çok iyi planlar yapmıştım. Şimdi güneş solmuş gökyüzümde, yağmur dudaklarımdan sızan kan damlalarını sulandırıyor. Hayır, daha ölmüş sayılmazdım. Gözlerime, etrafta koşuşturan insanların korkulu düşünceleri yansıyordu. Bir bebek ağlaması geliyordu kulağıma. İçimde bebeğe karşı bir şefkat oluşuyor gibi hissediyordum. Ah yavrucak, nasıl da korkmuştur. Ufak ufak duyuluyordu siren sesleri. Tabi insanların bu garip sesleri bastırıyordu sirenleri. Uzakta bir amca, bir teyzeye olayın nasıl olduğunu anlatıyordu. Benim ne kadar dikkatsiz oluşumdan, kırmızı ışıkta kulağımda kulaklıkla karşıya geçişimden, hızla gelen arabanın frene basışından ama duramayışından, şoförün ne kadar üzüldüğünden bahsediyordu. Bahsederler tabi, tıpkı kendileri yaşamışlar gibi. Nasıl acılar çektiğimden, bedenimin içine hapsoluşumdan bahsetmezler. Evet, hissetmiyordum bedenimi. Gözlerim bulanık görüyor ve her saniye görme yetisini kaybediyordu. Şu an tek merakım ne olacağıydı. Tek merakım Tanrı'ydı.

Acılarımın azaldığını hissetmeye başladığımda çoktan ambulans gelmiş ve beni almıştı. Kalabalık insancıklar ise çoktan unutmuşlardı beni. Ambulans yolları yara yara ilerlerken sağlık görevlileri ellerinden geldiğince ilk yardımı yapmaya çalışıyorlardı. Ama ne acı ne iyileşmeye dair bir şey hissediyordum. Ah bu hissizlik, ne güzel bir hismiş!

Zaman yavaşlamıştı artık benim için. Gözlerim tamamen kararmış, kulağımda uçuşan ufak sesler birer birer solmuştu. Damarlarımda akan kanlar sanki katılaşmıştı. Hiçlik… Hiçliğe doğru yolculuk… Bekliyordum. Tanrı'yı bekliyordum. İçimde heyecan yoktu ama merak ediyordum. Varlığı bilimsel olarak kanıtlanamasa da ben biliyordum. Orada bir yerlerde beni izliyordu. Bir dine koyamıyordum kendimi, zaten tanrının bunu önemsediğini düşünmüyordum çünkü ona inanıyordum. Onu aramıştım, onun beni izlediği kadar ben de onu izlemiştim. Kimse bilmese o biliyordu, ben de bunu biliyordum. Şimdi bu hissizliğe yolculuğumun sonuna yaklaşmıştım. Ruhumu serbest bırakıyordum sanki. Sanki bedenim bir kafes ve ölüm de bu kafesin nihai anahtarıydı. Şimdi ise sonsuza kadar açıyordum ruhumu, özgürlüğe.

Artık bu varoluşsal yolculuğu bitirdiğimi düşünüyordum. Kimsecikler yoktu ve olmasını da istemiyordum. Peki ya cennet? Cehennem? Hangisi bekliyordu beni acaba? Cennet olmasını istiyordum içten içe ama ya cehennemse? Tanrı beni; dünyada yaşadığım sıkıntılara, annemi ve babamı bebekken kaybetmeme, eşim tarafından aldatılmama rağmen cehenneme atacak kadar gaddar mıydı yoksa çocukken yaptığım hırsızlıklara, kaldığım çocuk esirgeme kurumundan kaçmak için çıkarttığım yangına, bazen ona çok kızmama rağmen cennetine koyacak kadar merhametli miydi? Bunları bilmiyordum ama bir yandan da umursamıyordum. Geri dönüşü yok gibiydi. Ne olacağını bekliyordum sadece.

Gözlerimi hissetmeye başladığımda sanki yıllar geçmiş gibiydi. Ne hastanedeydim ne de ambulansta… Güneş tepemde, terletmiyor; rüzgâr ensemde, üşütmüyordu. Güzel bir bahçedeydim. Her yer yeşil, sarı, mavi ve pembe tonlarıyla donatılmış çiçeklerle süslüydü. Belki de görüp görebileceğim en güzel yer burasıydı. Etrafta biraz dolaşmaya başladım. İçimde sonsuz huzuru hissediyordum sanki. Bir mutluluk kalbimden damarlarıma damlıyordu. Burası cennet olmalıydı çünkü dünyada anlatılan cennet şekline birebir uyuyordu hatta anlatılanın çok daha güzeliydi. Çiçekleri kokluyor, öpüyor, gökyüzüne hayranlıkla bakıyordum. Her yeri görebilmek için hızlı yürümeye başladım. Uzakta bir ağacın dibine oturmuş iki adam gördüm. Birinin sakalları çok uzun, kafasında takke, elinde tespih vardı. Diğeri ise çok farklıydı. Küpeler, takılar, dövmeler… Dünyada görmeye alışık olmadığımız bir görüntüydü. Bir dindar ve bir ateist koyu bir muhabbetin içine girmişlerdi. Gülüyor ve sohbetlerinden çok keyif alıyor gibi görünüyorlardı. İçimden, “Dünyada da bu kadar güzel olsa her şey keşke…” diye geçirdim. Sonra sinsi bir el omzuma dokundu. Arkamı döndüğümde her gün yollarda gördüğümüz elinde şarap şişesi, sakalları ve saçları çok uzun, kıyafetleri yırtık bir adam duruyordu. Gülümsüyordu. Ama bu gülümseyişi her yerde göremezdim. Öyle içten… Öyle samimi… “Merhaba!” dedim. Elindeki şişeyi hava kaldırdı ve “Merhaba!” dedi. Sesinde huzur vardı sanki. “Siz kimsiniz? Burası cennet mi?” diye sordum. Güldü. Komik değildi aslında sorum ama ben de güldüm onunla beraber.

“Bayım burası benim şehrim, ve şehrime hoş geldiniz. Şurada gördüğünüz ağaçları ben diktim. Şuradaki çiçekleri de…” dedi. “Aslında burası senin de şehrin.” diye ekledi

Cebinden çıkarttığı gül tohumlarını avucuma bıraktı. Gülümsüyordu. Ben de gülümsüyordum. Anlamıyordum ama içime huzur doluyordu. Cennet işte böyle olmalı diye düşündüm. Gözlerini önce yere sonra bana dikti. Birden heyecanlanmaya başlayarak “Dostum, o tohumları dünyadan getirdim. Kefenin cebi yok derler bir de… Heh… Onları şurada gördüğün boş yerlere dikebilirsin. Çok güzel kokarlar. Burası muhteşem bir yer sevgili dostum. Burada herkes kendi evini, kendi düzenini kuruyor tıpkı dünyadaki gibi ama tek bir farkla o da bencilce değil, saygıyla.” dedi. Cevap vermedim ama gülümsedim. Cennet… Burası nasıl bir yerdi böyle? Kafamda bir sürü soru vardı. İçimdeki ses bunları çözmek için bolca vaktim olacağını söylüyordu.

O adamın yanından ayrılıp yoluma devam ettim. Adımlarım yavaştı ama çok hızlı ilerliyordum. Şelalelerin yanından, köprülerin altından, tünellerin içinden geçiyordum. Her taraf çiçeklerle donatılmış, gökyüzü bulutlarla süslenmişti. Gökyüzü… Dünyada iken gökyüzüne bakar ve “Gökyüzü Tanrı'nın sanatı…” diye içimden geçirirdim. İlerledikçe kalabalıklaşıyordu etrafım. İnsanların hoş geldin tebessümleri dokunuyordu kalbime. Koşuşturan çocuklar, mutlu aşıklar, kuşlar, kelebekler… Bir çocuk masalının içindeydim sanki.

Köşede bir adam oturmuş etrafı izliyordu. Yanına gittim ve müsaade isteyerek oturdum. Ellili yaşlarda görünüyordu. Bana bakarak “Buraya ne zaman geldim, hatırlamıyorum. Belki birkaç belki binlerce yıl önce… Her gün ilk defa gelmiş gibi şaşırıyorum. Her gün yeni bir şeyler keşfediyorum. Evet delikanlı, her gün tanrıyı keşfediyorum. Biliyor musun, benimle konuştu. Bana cenneti hediye ettiğini söyledi. O kadar güzeldi ki, bunu tarif etmek gerçekten zor delikanlı.” dedi. Elini omzuma koydu bana onu görüp görmediğimi sordu. Tabi ki görmemiştim. İçimde büyüyen merak duygusu gittikçe artıyordu. Onu nasıl bulacağımı sordum. Hafifçe güldü. Ayağa kalktı ve gökyüzüne baktı. Ellerini sanki rüzgarla dans ediyormuş gibi salladı. Ne yaptığını anlamıyordum. Dışarıdan bakıldığında delirdiği düşünülebilirdi ama şu an olduğum bu yer sanki bir delinin aklı gibi olduğu için yadırgamıyordum. “Duyuyor musun?” dedi ellerini bana uzatırken. “Ah, işte bu tanrının sesi! Bu rüzgar, bu tanrının nefesi… Bastığın çimenler, gördüğün bu güzellikler, hissettiğin bu duygular tanrının bizzat kendisi.” dedi dansına devam ederken. Gözleri dolmuştu adamın. Mutluydu ve bu mutluluğu ben bile sonuna kadar hissediyordum. Ayağa kalktım ve sarıldım ona. Hissediyordum. Tanrı'yı hissediyordum. İçimde, dünyada hasret kaldığım tüm güzel duygular uyanıyordu. Ben de ağlıyordum onunla beraber. İlk defa bu kadar mutlu olduğum için ağlıyordum. İlk defa içimde sonsuz boşluğu hissetmediğim için ağlıyordum. Yüreğimde bir kuş kanat çırpıyordu. Aklıma en ufak kötü düşünce, kötü hisler gelmiyordu. Bitmişti her şey. Sonsuz huzur… Sonsuz mutluluk…

Biraz daha oturduktan sonra adam ailesinin yanına gideceğini söyleyerek uzaklaştı yanımdan. Aklıma dünyada yaşadığım sıkıntılar geldi ama hiçbir hüzün duymadım. Hafif bir gülümseme ile uzaklaştırdım aklımdan. Uzandım çimenlere ve biraz uyumak istedim. Gözlerim kapanırken anne ve babamı düşündüm. Acaba buralarda mıydı onlar da? Bulabilir miydim onları acaba?

Uykuda olduğumu düşünüyordum. Hoş, cennet de bir rüya gibi geliyordu ama uykuya daldıktan sonra bambaşka bir yerdeydim. Siyahla gri tonları arasında kurulmuş bir yer gibiydi. İnsanın içini huzursuz eden bir yerdi. Yürümeye başladım ama sis olduğu için herhangi bir şey görebilmek pek mümkün değildi. Acaba cehennem miydi burası? Acaba cenneti tattırdıktan sonra Tanrı, beni cehenneme atmaya mı karar vermişti? Olasılıklar, kafamı kurcalıyordu. Yürüyüşüm bitmek bilmiyordu. Sonsuzluğun içinde sonumu arıyordum. Yapayalnız olduğumu hissetmeye başlıyordum.

Sonra bir ses… İçimden göğe yükselircesine… Çınlamalar… Hüzünlü bir melodi gibi… Bir ses tonu…

“Cenneti mi kaybettin? Cehennemi mi arıyorsun?” dedi o ses. İçimde karmaşık duyguların savaşını verirken ürkek bir şekilde “Tanrı'yı arıyorum. Acaba sen… Yani siz Tanrı mısınız?” dedim. Sesim öyle ürkek çıkmıştı ki neredeyse kendi halime acıyıp ağlayacaktım. Sessizlik oldu ve ben saygısızlık ettiğimi düşünmeye başlamıştım. Ne yapmam gerekiyordu? Bir ritüel mi gerçekleştirmeliydim? Dua mı etmeli, secdeye mi kapanmalıydım? Korkuyordum açıkçası. Biraz sonra “Siz bana tanrı diyorsunuz. Evet aradığın buysa ben Tanrı'yım.” dedi o hüzünlü melodiye benzeyen ses. Cesaretimi toplayıp “Sen… Sen beni cennetine mi koyacaksın yoksa bu ıssız yerde mi duracağım?” diye soru sordum. Kendime gülerdim mantıklı düşünebilsem. Tanrı karşımdaydı ama sorduğum soru çok saçmaydı. Ona daha yüce sorular sormalıydım ama titriyordum. İçimdeki tüm umut içeren duygular bir bir damlıyordu ruhumdan aşağıya doğru. İçimde yanlış bir şey derim ve onu kızdırırım duyguları vardı. “Korkuyorsun benden. Bunu görebiliyorum. Ama neden korkuyorsun? Cehennemde yakarım diye mi? Hani cehennem? Hayır, burada cehennem yok. Cehennem dünyada, ona mahkum olan kalplerdeydi.” dedi sesi içime tekrardan huzur verirken.

“Cehennemi siz kendiniz yarattınız. Kalplerinize korku saldınız. Bir çıkmaza girdiniz. Herkes kendi dinini kurdu ve herkes kendi dinine bir de cennet koydu. Beni de o dinlerin başına koydunuz. Ben sadece sizi izledim. Karışmadım. Kimileri düşündü, kendi yolundan ilerledi, sorguladı, başkalarına boyun eğmedi ve kendi cennetini yarattı içinde. Kimisi kısacık ömrünü savaşarak, masumlarla savaşarak, kirleterek, kirlenerek ilerledi ve kendi cehenneminde kendini yaktı. Beni suçladılar. Hayır insan… Hayır… Ben iyi ve kötüyü izledim. Bunları merak ettiğini biliyorum. İyi olanlar ne kadar acı çekerlerse çeksinler, yüreklerindeki cenneti buldular. Bazen fark etmediler ama buldular sonunda. Hayır insan… Hayır… Ben dine bakmadım hiçbir zaman. Herkes bir şeye inandı. Kendi doğrusuna inandı. Özünde herkes haklıydı. İyi ve kötüydü benim kriterim. Ben izledim. Seni hep izledim. Yalnız kaldığında, ağladığında, kendini aciz hissettiğinde, hep seni izledim. Bazen kızdın bana ama içindeki iyiliği hiç kaybetmedin. Sen iyi bir insansın ve sen kazandın. Sen içindeki cenneti buldun. Aklını kullandın insan. En büyük gücünü kullandın. Unutma insan, asla unutma! Ben sizi yani insanları yarattım, siz insanlar da tanrılar yarattınız.” dedi o hüzünlü melodiye benzeyen ses.

Ağlıyordum. Hıçkırarak ağlıyordum. Her kelimesi, her bir ses tonu içimde büyümüş, özgür kuşlar gibi dalgalı denizlerde süzülmüştü. Ağlıyordum. Onun varlığında yok olmak istiyordum. Beni yanına alsın, beni varlığına katsın istiyordum. Hayatım boyunca kendimi ne annemin gözlerinin içine bakarken ne babamın dizlerinde uyurken ne de sevgilimin kollarında aşkı tadarken böyle huzurlu hissetmiştim. Minnettardım ona. O konuşurken dizlerimin üstüne oturmuştum. Her kelimesinde tekrardan doğarcasına yere yaklaşmıştım. Yavaşça ayağa kalkarak “Tanrı'm, seni görebilir miyim?” dedim titreyen sesimle. Bana yaklaşmamı söyledi. Adımı attığımda yerde su vardı. Sanki durgun, derin bir suyun üstündeydim ve batmıyordum. Yansımam, suya aynadakinden daha net düşüyordu. İlk kez kendimi bu kadar net görüyordum. Bambaşkaydım. Baktıkça daha derini görüyordum. Göz bebeklerimden içeriye giriyordu bakışım. Sanki orada bambaşka bir dünya vardı. Sanki… Sanki Tanrı oradaydı.

“Şimdi anlıyorsun değil mi insan? Hiçbir zaman fark etmemiştin. Hep oradaydım. Her anında seninleydim. Gözlerindeydim. Ellerinde, ayaklarında, aklında, ruhunda… İçindeydim, dışındaydım. Ben, sendim. Anlıyorsun değil mi? Sen, bendin. Benden bir parçaydın. Ben de senden bir parçaydım.” dedi tanrı.

Ağlamıyordum bu kez. Anlıyordum. Aslında hissediyordum. Az önce onun varlığına karışmak istiyordum ve şimdi fark ediyorum ki zaten bir bütünmüşüm tanrıyla.

“Şimdi gitme zamanı insan. Cennete değil. Dünyaya gideceksin. Ruhundaki yaralarla beraber dünyaya ait bedenindeki yaralar da kapanıyor. Git insan. Hayatını daha anlamlı yaşa. Dışarıdaki tanrıları öldür, içindekini yaşat.” dedi ve sesi kesildi.

Her şey bir rüya mıydı? Bana verdikleri ilaçların bir etkisi miydi? Bilmiyordum. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Koluma serum bağlanmış, vücudum sarılmış ve karşımda bir doktor vardı. Bana gülümsüyor ve uzun süren uğraşlar sonucu hayata döndüğümü, kurtulduğumu söylüyordu. Kafamda bir sürü soru dolanıyordu. Tanrı'yla konuşmuştum ama şimdi bunun rüya olabileceğini düşünüyordum. İçimdeki cennet ve cehennemle baş başa kalmıştım. O tanrısal duygular, yerini vücudumdaki ağrılara ve huzursuzluğa bırakmıştı. Her şey şimdi mi başlıyordu acaba? Tanrı benimle konuşup bana ipucu mu vermişti? Herkese hayatının farklı yerlerinde böyle ipuçları veriyor muydu ya da hepsi bir rüya mıydı? Asla bilemeyecektim…