1.

"Siz, güvenli evlerinizde uyurken

gerçek hayatın karanlık çökünce yaşandığını fark etmezsiniz bile."

 

Haber, televizyonlara bomba gibi düştü. Suç dosyalarına pek de alışkın olmayan Arkoban, az önce bir seri katili olduğunu öğrendi. Sokaklarda yaşam durdu, herkes televizyonların başında haberin detaylarını takip ediyor. İnsanları sokaktan alıkoyan merak değil aslında, korku... Şehrin pek de ayak basılmayan bir bölgesinde, metruk bir depoda bulunan insan parçaları böylesi bir ölüm ihtimalini hatırlattığından beri, herkes tedirgin. Depoda yaşadığı iddia edilen elli beş, altmış yaşlarında bir adam gözaltına alındı. Konuşmaya karar verir de ifadesi alınabilirse olayın esrarı aydınlanacak. Depoda bulunan organ ve uzuvların, itina ile formaldehit bulunan kavanozlarda saklı olması, adamın bir doktor olabilme ihtimalini düşündürüyor. Kurbanların sayısı ve kimlikleri henüz belli değil.      

 

 

2.

“Sahip olduklarımı benim sanmıştım. Nasıl da yanılmışım.”

 

Doğumun ilk gecesi "iyi saatte olsunlar"ın taze anneyi yanlarına çağırdıkları rivayet olunur. Fakat rivayette kalmamıştır bazı doğumlar. Nice yavrular, anne kokusunu bir gece bile çekemeden içine, erenler, eteği kanlı annelere çoktan el koymuştur.

Mona’nın erenlere karışması, doğumu bile bekleyemedi. Kocası son ayda, bir mahkûm gibi duvara çizmişti sabırsız günleri ve üç çizgi kala kaybolmuştu Mona… Rengârenk fotoğraflarına uymayan beyaz bir gecelik ve çıplak ayaklarıyla, evden çok da uzaklaşamadan o önde kocası izinde, birbirlerine denk gelmeden iki gün yürümüşlerdi bu gri sokaklarda. Hiç kimseyi tanımıyor, hiçbir şey hatırlamıyordu güzel kadın. Nereye gittiğinden bihaber, istemeden ama ustaca evinden ve kocasından uzaklaşıyordu.


Bebeğin minik sancılarla geleceğini haber verdiği o gün, genç adamla Mona’nın yolları bir tren istasyonunda karşılaştı. Tanımadı kocasını Mona. Dalgın dalgın rayların arkasından baktı sadece. Genç adamsa deliye döndü adeta. Raylara atlamak istediyse de izin vermedi istasyon görevlisi. İki rayı ortadan bölen parmaklığın, az ileride sonlandığını fark etmesiyle koşması bir oldu. Karısını bulmanın sevinciyle tüm gücünü ayaklarına veren adam gelmekte olan trenin sesini duymadı. Rayları geçip istasyonun diğer yönüne saptığında karısının uçuşan beyaz etekleri, trenin siren sesiyle birden kayboldu. Geçip gitmesi beklenen tren, ateşli bir fren ile az ileride durdu. Genç adam yerinden kıpırdayamadı. Gördüklerinin bir hayal olmasını diledi o an. Razıydı karısını sokak sokak aramaya.

Az önce terk edilmiş gibi ıssız olan istasyon, meraklı bir kalabalıkla doldu. Adam orada yokmuş gibi koşuyordu herkes yanından. Koşup eğilip raylara bakıyordu. Sessiz konuşmalar çıkıyordu ağızlarından. Sessiz yazıklar, sessiz çok da genç kadınmışlar…

İstasyon görevlisinin tesellişinas dokunuşu hayata döndürdü onu. Raylara attı kendini. Karısından ve doğmayı bekleyen yavrusundan artakalanları toplamaya başladı.  

 

 

3.

“Her seçim, bir bedelin tohumunu atar.”

 

Timbra, sabahın ilk ışıklarını kabul eden yatak odasında iki kırmızı çizgiye gözlerini dikmiş bakıyor. Yine hamile... Binbir senaryo dönüyor kafasında. Ama hiçbirinde bir aile tablosu yok. Haberi aldığında pezevenginin dayaktan öldüreceği kesin. Ona sıkı sıkı korunmasını tembih etmişti. Bir kez daha olursa kürtajı kendi parasıyla yaptıracağını söylemişti. Onunsa ne kürtaj yaptıracak parası ne de tanıdığı doktor var. “Aldırmasam” diye düşünüyor önce, sonra hemen vazgeçiyor. “Yapamam bunu evladıma, her gece başka bir erkeğin onun masum yuvasına tecavüz etmesine izin veremem. Gitmeliyim, gitmeliyim buralardan…”

Gidemiyor elbet… Ama dayak da yemiyor. Pezevengin kafasında başka tilkiler kol geziyor şimdi. Timbra’yı gecede bir, en fazla iki adama pazarlamaktan daha kârlı bir iş var aklında. Ama bunun için, kıza uzun süre çok iyi bakması gerek.

 

 

4.

“Gerçekle yüzleşmektense bir yalanla yaşamak daha kolaydır bazen.”

 

Evlatlık olduğunu öğrendiğinde yirmi beş yaşındaydı Zohan. Baba bildiği adam da onunla aynı zamanda öğrenmişti bu gerçeği. En az kendisi kadar kandırılmış bir zavallı olan babasına kızamıyordu bu yüzden. Bir yandan adamı teselli ediyor bir yandan da o yalancı kadına nefretini bastırıyordu içinde. “Yürü baba” dedi, “kalamayız artık buralarda…”

Bir damla yaş düşmemişti kadının gözünden. Kafdağı'nın tepesinden seyretti gidişlerini. Kısa zamanda baba oğul yaralarından bağlandı birbirine. Anladılar ki aile olmak için tek gerekli olan sevgi.

Tam da birbirlerinin acısına merhem oldukları bir anda, polis çaldı kapılarını. Kibir Hanım Kafdağı'nda saldırıya uğramış ve en büyük şüpheli Zohan. Tedirgin gözlerle bakan babasının içine su serpen bir kucaklama ile sarıldı genç adam. Bakışlarındaki ışığa kavuşan adam, oğluyla birlikte gitti polis merkezine. Zohan’dan evdeki bulgularla kıyaslanmak üzere saç örneği aldılar. Birkaç gün sonra yeniden, telsiz zırıltıları arasında aynı yerdeydiler.

DNA sonuçlarını getiren polis memuru tuhaf görünüyordu. Zohan da babası da tedirgin oldular. Adam sonucu açıklamak için amirini bekledi, güç istercesine. Amirin yüzü daha da anlamsızdı, daha da dalga dalga… “Zohan, DNA örneğin annenin evindekilerle tutmuyor.” O kadından annesi olarak bahsedilmesi bütün sinirlerini oynattı. Sonucun lehine çıkmasına bile sevinememişti. “Öyleyse gidebiliriz.” dedi babası, oğlunun ne kadar daraldığının farkında. “Evet,” dedi amir, ”bu olayda alınan örneklerle eşleşmiyor DNA’sı. Ama başka bir şeyle eşleşiyor.”

Sevinçleri yüzlerinde dondu kaldı. Şaşkın gözleri birer soru işaretine dönüştü amir için. “DNA testine göre sen yirmi beş yıl önce ölmüşsün Zohan.” dedi polis.

 

 

5.

“Senin olmayandan vazgeçmek ne kadar da kolay.”

 

Timbra gözyaşlarına hakim olamıyordu. Halini gören şerefsiz, soğukkanlılıkla anlattı kafasında dönen dümeni. Kızın bir gözünde kuruyan yaş diğerinde beliriyor, duydukları kulaklarında uğulduyor, tüm gücüyle yok olmayı diliyordu. Başka bir doktora gittiler bu defa, büyük bir hastaneye. Doktorla adam uzun uzun konuştular, bir ara telefonda sıkı bir pazarlık geçti başka biriyle. Can sıkıcı, buz gibi bir muayeneden sonra, her ay düzenli görüşmek üzere sözleştiler. Dönüş yolunda, şerefsizin keyfi yerinde, şarkılar mırıldanıyordu lağım kokan nefesi.

Genelevden epey uzakta bir otel odasına kilitlendi Timbra. Uzun zaman görüp göreceği bu dört duvar olacak. Acıyan gözlerle getirecekler yemeklerini, ama onu bırakmaya cesaret edemeyecekler. Korku zebanilerini salmış ortalığa pis herif, geçit vermeyecekler Timbra’ya.

 

 

6.

“Bu yapbozun parçaları hep eksik kalacak.”

 

Karısının eksik gövdesini bir türlü bırakmadı Artam. Tren raylarından topladığı her parçaya sıkı sıkı sarıldı yol boyu. Onunla birlikte getirmek zorunda kaldılar hastaneye. Bir gün sonra da tahta bir kutu içinde geri verdiler. Acemice birleştirilmiş bedeni uzun uzun inceledi genç adam, oğlunu ise hiç bulamadı. O günden beri her gece hastane çöplüğünde doğmamış çocuğunu aradı.

Yavaş yavaş kendisini terk eden aklına aldırmadan evinde değil karısını taşıdığı tahta kutuda yattı bir zaman. Genç kadının ve oğlunun kanı kurudu giysilerinde, matem karasına döndü. O karanın karanlığına sığındı adam, o karanlık ona dünya oldu. Kış geldi ve beyaz bir yorgan örttü üzerine.


Son

 

Terk edilmiş bir spor salonuna sığındı soğuklarda ve sonra evi bildi orayı. O, kutusu ve salonla birlikte unutulmuş bir buzdolabı. Umutsuz bir prizden, şaşırtıcı bir elektrikle yaşadığını kanıtlayarak garip bir iş birliği yaptı dolap ve Artam’ın emanetlerini itina ile sakladı.  


Tanrıgöz 2020 Edebiyatist