Haydi arkanıza yaslanın ve bu kavramların insanoğlu için ne anlamlara gelebileceği üzerine biraz kafa yoralım sizinle. Her kelimenin içinde olmazsa olmaz bir “taraf” meselesi olduğu kesin. Günümüz dünyasının global yapısı herkesin birbirinden kolayca haberdar olmasını sağlıyor. Bu sayede karşımıza gün içerisinde yüzlerce konuda, yüzlerce farklı görüş çıkıyor. Bu görüşler belli çatılar altında toplanınca zincir kırılıyor ve “biz” dönüşümünü; “ben” ve “sen” veya “biz” ve “ötekiler” olarak sonlandırıyor. Buna en klasik tabirle siyah ve beyaz diyoruz. İkisi de bir konuda birbirine en zıt kesimi temsil ediyor. Aslında bir konuda birbirinden çok farklı düşüncelere sahip insanlar olması yazar tarafından pek iyi karşılanıyor. Nedeni ise her birbirine karşıt düşünce aynı zamanda asla tam bir salt doğruya ulaşamayacağımızı gösteriyor biz insanlara. Bu durumun bize sirayet etme şeklinin; her zaman gerçek ve doğru bildiklerimizden şüphe duyabilmek ve -hakikat yolunda kalmaya bu yolla devam ederken- bizim gibi düşünmeyen herkesin bizi bu yola daha çok yaklaştıracağının farkında olmak, onlarla sürekli bir iletişim ve etkileşim halinde olmak olması gerekirken günümüz dünyasında durum bundan çok daha uzaklarda seyrediyor. İnsanlar kendileri gibi düşünmeyenleri hatta bir konuda fikir sahibi olmayanları bile içinde bulundukları durum yüzünden suçluyor hatta nefret beslemeye kadar işi götürüyorlar.
İnsanların bir tarafta olmasının anlamı nedir? Öncelikle taraftar olanların gözünden bakalım. Taraftarlar elbette kendileri gibi düşünen birçok insanın varlığının verdiği güven hissiyle önce rahatlar ve “Sanırım doğruya yaklaştım veya şu an doğru olanı biliyorum.” diye düşünür. Kimse o hararetli konuşmaları adının, soyadının gerçek olduğu gibi bu kadar tutkulu ve emin dile getiremezdi aksi takdirde. Ve biliyoruz ki eğer ortada bir münazara ortamı yoksa bu konuşmalar aynı şeyleri düşünen insanlar arasında da bu kadar hararetli sürdürülebilir. Herkesin bildiği siyasi mitinglere bakacak olursak çok çarpıcı bir durumu da incelemiş olacağız. Binlerce, bazen milyonlarca insan kendileri gibi düşünen ve bu düşünceleri başarılı bir hitabetle insanlara aktaran bu siyaset insanlarını dinlemeye bayılırlar. Öyle ki tezahüratlar havada uçuşur, hep bir hareket söz konusudur, insanların enerjileri içlerine sığmaz gibidir kendileri gibi düşünenleri gördüğünde. Bunun en büyük sebeplerinden birinin insanların topluluklar halinde hareket etme içgüdüsü olduğuna hiç şüphem yok. “Benim gibi düşünüyor, öyleyse yaşamak istediğimiz dünya ve hayatlar aynı.” diyerek büyük bir güven ve rahatlama duygusuyla yaklaşıyorlar insanlar birbirlerine. Yoksa kim, neden bir insan sırf onun gibi düşünüyor diye bu kadar sevinsin, aksiyon alsın ki?
Elbette insanların birbirlerini destekleyip destek almasında bir sıkıntı yok, o destek sizi yüce düşünmek eyleminden uzaklaştırana kadar elbette. “Daha neler!” derseniz o kadar da emin olmayın derim. İnsanoğlu her şeye alışabilen bir varlıktır. Eğer etrafında sadece kendisi gibi düşünenleri barındırırsa bir zaman sonra artık farklı düşünme gereksinimi duymayacaktır. Konforlu alanının dışına çıkmak istemeyecektir. Çünkü farklı düşünmek onun için farklı çevre, farklı hayat demektir. Çünkü aklına farklı düşünenlerle beraber yaşayabileceği ve bunun aslında o kadar da kötü olmadığı gelmemiştir hiç ve hatta çünkü hiç böyle düşünmesine sebep olacak bir farklı düşünme eğilimi göstermemiştir çevresindeki insanları kendisi gibi düşünüp yaşamasına göre seçtiği için. Bunca zamandır inandığı ve hayatını şekillendiren doğruların bir anda yanlış çıkıvermesi ne büyük bir tehlikedir! Böyle bir risk göze alınabilir mi? İnsanoğlunun böyle lüksleri var mıdır? İşte bu bakış açısıyla insanlar kendileri gibi düşünmeyenleri öncelikle kendilerini düşünmeye sevk edecekleri için hiç mi hiç sevmezler. Hayatlarının ve mutluluklarının önünde en büyük tehdittir bu insanlar. Derhal gözlerinin önünden uzaklaştırılmalı veya yok edilmelidir. Ne hadlerinedir insanların yaşadıklarına karşı düşünmeleri! Düşünmek bir suçtur bu insanların gözünde, eğer kendileri gibi düşünülmüyorsa. İşte tarafların birbirlerine karşı bu kadar öfke duymasının ve onları hayatlarında istememelerinin sebebi budur. İnsanlar sahip oldukları hakikate dağların taşların bile sahip olduğuna inanmak ister, öyle bir sarılışla sahiplenirler fikirlerini ve yaşadıkları habitatı. Karşıt bir fikir sadece o habitatı yıkmak isteyen bir düşman gibi görünür gözlerine. Burada da toplumsal kutuplaşma dediğimiz kavram devreye girer. “Bu şehrin şu semtinde şu düşüncede insanlar ve bu semtinde de bu düşüncede insanlar yaşar.” cümlelerini sık sık duyduğumuz zamanlardayız. Oysaki herkes düşünce özgürlüğünün ne kadar önemli bir hak olduğunu savunur ve eğer bu özgürlük kendilerinin kullanmaları gereken bir anda konuşuluyorsa ne güzel nutuklar çekilir, daha farklı fikirlerle bir arada yaşamaya katlanılamıyorken. Bilmeseniz bu insanların en özgürlükçü, ılımlı insanlar olduğunu sanırsınız. Fakat bilinmelidir ki bir hakkı sadece kendiniz için gerektiğinde arıyorsanız aslında sizin hakla hukukla işiniz yoktur, kendi ego tatmininizle meşgulsünüzdür sadece. Ve bunu anlamak bu insanlar için çok zor olacaktır.
Her siyah ve beyaz kesim bu kadar ilkel değil elbette. Birbirine saygı duyabilmeyi ve düşünmekten korkmamayı yeme içme gibi refleks edinmiş insanlar mevcut, binbir çeşit insanın bulunduğu yerkürede. Ümitvar olmamızın sebeplerinden birisidir bu.
Gelelim tarafsızlığa. Yazıldığı kadar kolay değildir bu hâl. Bir fikre sahip olmamak değildir tarafsızlık, bir fikri savunacak kadar benimsememe durumudur. Tarafsız insanlar her tarafın fikirlerine açıktır ve bu fikirleri kendi birikimiyle değerlendirip sonucunda hepsinin insandan gelme olduğunu bilerek sağda veya solda olmak yerine her yerde olmaktır. Genelde tarafsız insanlar gören beyazlar “Tarafsızlığın ile siyahlara destek oluyorsun, yani hiçbir zaman tarafsız değilsin bu düzende. Ve bu beni bir miktar öfkelendiriyor.” tarzında cümleler kurarken tarafsız insanlar gören siyahlar da “Tarafsızlığın ile beyazlara destek oluyorsun, yani hiçbir zaman tarafsız değilsin aslında bu düzende. Ne kadar sorumsuzca!” gibi cümleler kurarlar. Beyazlarla siyahların en büyük ortak noktaları bu tarafsız, renksiz takıma karşı hem bir taraftar adayı gözüyle bakmaları hem de tarafsız olmalarına rağmen “yanlış tarafta” olduklarını düşünmeleridir. Ya kendilerindendir ya da onlardan, başka bir ihtimal söz konusu değildir. Tarafsızların içinde bulundukları toplumun düşünmek eylemine bakışına ve medenileşebilmiş olmasına göre ister istemez karşılaştıkları bazı tehlikeler ve artılar mevcuttur. Tarafsız insanların beyazlar ve siyahlar tarafından gruplarına kabul görmemeleri onları sanki başka bir “gri” grupmuş gibi gösterir. Yani ya beyaz olacaklardır ya da siyah, eninde sonunda ikisinden birisi olacaktır. Pembe, mor, turuncu, kırmızı, mavi nedir? Bilmezler. Veya bu iki taraf arasında ve içinde sadece bir cam görevi üstlenmelerini de kabul etmezler, sindiremezler. Camlar kırılır. Kırılan cam sivridir. Hem cam hem de sivri, ne büyük bir tehdit oluşturulmuştur insanoğlunun kendi elleriyle!
İşte böyle panik içinde bir toplumda da olunsa, herkesin birbiriyle farklı fikirleri hoşgörüyle karşıladığı bir toplum da olsa tarafsız kesim denilince aklıma gelen en büyük soru şudur: Bir fikri bünyede baskın hale getirmemek risk midir? İnsanın bu renkler savaşında üstüne bir renk sıçramaması, fikirlerle kıvrakça dans edebilmesi ve onların da kendisinin de kimyasını değiştirmemesi mümkün müdür?
Objektivite ve üst akıl sahip olunması en zor, belki de imkansız kavram özellikleridir. Hayat sürecinde yaşadıklarımız ve zorunlu çevremiz bazı konularda daha duyarlı ve bazı konularda daha yüzeysel yaklaşımlara sahip olmamıza neden olur. Hâl böyle olunca hiçbir rengi benimseyememek de söz konusu olabileceği gibi, büyüklü küçüklü konulardan muhakkak birinde tarafsızlık için kuşandığımız kalkanlar hasar görecek, işlevini yitirecektir. Çünkü insan olmak her yerde falso verebilmektir. Beyaz ve siyahların farkında olarak veya olmadan grileştiği yerler de pek fazladır. Genelde insanların birbirlerini ayrıştırmasında algıda seçicilik etkilidir. “Şu an yaşadığım hayatın en önemli başlıkları bu ve ben dondurmayı neyli sevdiğimle değil dine ve siyasete insanların nasıl yaklaştığıyla ilgileniyorum, çevremi bu konulara göre belirliyor ve hazırlıyorum.” sözlerini veya davranış okumalarını duymanız, görmeniz işten bile değildir.
Bertaraflık konusuna gelince sizlerle paylaşabileceğim en baskın düşüncem şudur ki toplum eğer kendisi gibi olmayanı içinde barındırma becerisinden yoksun bireylerden meydana geliyorsa bu öncelikle kendilerini ve sonrasında kendileri gibi olmadıklarını düşündükleri insanları yok olma tehlikesiyle baş başa bırakır. Her şeyin zıddıyla anlam kazandığı varlık evreninde kendisinden olmayanı bünyesinde barındıramayan topluluklar kendi anlamlarını da kaybetmek istiyor demektir. Elbette, bu yok etmeye hevesli dimağlar sadece hedefe zarar vermez, bir hücrenin otolizi -kendi kendini yok etmesi- yani toplumların intiharı gibidir bu eylemler. Çözüm ise öncelikle farkındalıktan ve sonrasında kişisel eğitimlerden geçer. Bu yazıyı sonuna kadar okuyabilmiş kişiler bunun ne demek olduğunu içten içe bilen kimselerdir nitekim.
Toplamak gerekirse kimsenin düşüncesi bir diğerininkinden daha değerli değildir. Bu kavrayışa sahip kimseler var oldukça okumakta olduğunuz denemenin pek çok farlı versiyonunu ve “karşı” versiyonlarını da okuyacaksınızdır. Dilerim ki hepsinden zevk alabilme şansına sahip olabiliyorsunuzdur.