Röportaj: Ceren Çıplak
Cumhuriyet Gazetesi
Metnin orijinali aynen aktarılmıştır. Keyifli okumalar...
"Tarık Akan’ı, gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Bakırköy’deki okulu Taş Mektep’te ziyaret ettik. Akan bizi önce okulun hemen yanındaki balıkçıya götürdü. Balıkçının sokağındaki sarı tekir kedi bizi görünce Tarık Akan’a imza isteyecekmiş gibi baktı. Güldük... Sofrada Dündar, Silivri’de eski Türk filmlerini yayınlayan bir kanalda Tarık Akan’ın da filmlerini izlediğini, o filmlerin kendisine terapi gibi geldiğini söyledi.
Balıkçıdaki manzaramız da Taş Mektep’ti. Yemekten sonra, Hababam Sınıfı’nın okulunun merdivenleri gibi olan merdivenlerde öğrencilerle hep beraber hatıra fotoğrafı çekildik.
Can Dündar gazeteye döndü. Biz de söyleşi yapmak üzere okuldaki odasına çekildik. Hemen kaydı açınca, Tarık Akan, “Kaydı kapat. Önce Aşık Veysel’in Atatürk’e yaktığı ağıtı dinleteceğim” dedi. Dinledik. Sonra İlhan Selçuk’un ona armağan ettiği şapkayı gösterdi. Şapkayı kafama taktım.
Masasındaki fotoğraflara baktım... Çocuklarıyla bir akşam yemeğinden fotoğraf var. Başka kimler yok ki... Demirtaş Ceyhun, Zeki Ökten, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Zeki Alasya. Bahçeden gelen çocuk sesleri eşliğinde sohbete başladık. Ama bu sohbette Tarık Akan’ın az bildiğimiz yönlerini kurcalamak istediğimde beni çok kıvrandırttı.
- Sinema kariyerinize Yeşilçam’ın jönü olarak başladınız. Salon filmlerinin yıldızıydınız. “Maden”, “Sürü” ve “Yol” filmleriyle keskin bir viraj aldınız. Bu filmlerden sonra bir bilinçlenme oldu sizde, bu dönüşüme nasıl girdiniz?
1970’te sinemaya başladığım zaman yalnızca yakışıklılığımdan dolayı salon filmlerinde oynadım. O zaman oyunculuğun, sanatın ne olduğunu bilmiyordum. Her yıl yaklaşık 12 film çektim. Aradan dört yıl geçtikten sonra sonra şunu sorgulamaya başladım: zengin aile çocuğunu oynuyorum ama ben öyle değilim ki! Öyle de büyümedim... O zengin sınıfı da bilmiyorum. Bunları sorguladıktan sonra yaptığım işten dolayı rahatsız olmaya başladım. Hayatımı değiştiren insanlardan biri Vasıf Öngören’dir. Öngören, Brecht’i en iyi bilen, sosyalist bir kişi. Gecem gündüzüm onunla geçmeye başladı.
- Ne öğrendiniz ondan?
Her şeyi, ama her şeyi. Farklı bir sınıfın farklı bir kişisini canlandırmak istersen bu kişiliğin içi ve dışı nasıl doldurulur, hangi değerlere bakarak onu yaşatabilirsin gibi soruların yanıtlarını somut olarak bana verirdi. Ben de bunların içine kendi varlığımı ve kendi düşüncelerimi koyarak onları sinemada yaşatmaya, canlandırmaya çalıştım.
- Bir rolü canlandırabilmek için o sınıfın içinden mi olmak gerekir?
Şöyle söyleyeyim: Vasıf Abi ile Beyoğlu’na çıkardık. Beyoğlu’nda karşıdan gelen adamı bana gösterir ve o adama bakıp kıyafetinden, duruşundan, halinden hangi yöreden olduğunu, hangi mesleği yaptığını, kültürünü tahmin etmemi isterdi. Sonra o adamı çevirip konuşurduk ve yanlış tahminler yaptığımı anlardım. Bir adamı bu şekilde tanıma şansı verirdi. Bu bakıp tahmin etmelerin her biri bir kişiyi sinemada canlandırmanın içine girer... Yani dağdaki bir çobana smokin giydir ve bak. O smokinle nasıl oturup kalkıyor, bak. Gerçek smokin giyen insanla aradaki farkı hemen anlarsın.
- Salon filmleri için hissettiğiniz duygu da smokin giydirilen çoban örneği gibi mi?
Anadolu’da büyüdüm, albay çocuğuyum. Orta sınıfın altında geliri olan bir ailenin çocuğuydum. Öbür kısmı bilmem, tanımadım da. O günler Yeşilçam’ın en önemli yedi büyük şirketi beni protesto etti.
- Sizin dönemin sinemasını tekelinde bulunduran isimlerden Ertem Eğilmez (Hababam Sınıfı’nın yönetmeni) size yasak mı koydu?
Evet. Salon filmleri çekmek istemediğim için Ertem Eğilmez bana yasak koydu. “Aç kalacaksın, benim dediğimi yapacaksın” dedi. İnat ettim... Ve hiç film teklifi gelmiyordu. Bir buçuk yıl hiç film çekemedim. Bir buçuk yıl boyunca elimde biriktirdiğim paraları yavaş yavaş yedim ve bitirdim. Bu dönemde de Yavuz Özkan’ın bana vermiş olduğu “Maden”in senaryosunu okudum. Ama para yoktu. Yavuz Özkan, “Cüneyt Arkın’a da teklif edelim iki star ilk defa Türk Sineması’nda yan yana gelirse ortalığı karıştırırız” dedi. Cüneyt, senaryoyu okudu ve kabul etti. Anlaşma yaptık, şirkete ortak oldu. Ben o anlaşmayla Anadolu’da film satın alan bütün şirketlere gittim ve “Maden”i sattım. Torbalar dolusu senetlerle Yeşilçam’a geldim. Bu fimle büyük iş çıkardık! Bana ambargo koyan yedi şirketin ağzı açık kaldı, onların ambargosunu tamamen yıktım.
- Kör bir testereyle oğlunu kurban eden adamı oynadığınız Atıf Yılmaz filmi “Adak” size ne hatırlatıyor?
1979 yılında Hatay taraflarında çektik. Adam, beş vakit namaz kılıyor, dindarın Allah’ı, cahil. Allah’a “bu işim olursa çocuğumu adak edeceğim” demiş ve çocuğun gırtlağını keserek adak etmiş. Şimdi bu filmin en önemli mesajı topluma inancın eğitimini yanlış verirsen işte sonuç bu olur, çocuğunu adak eder. IŞİD’de aynı mantıktır. Biz bunu 1979 yılında söyledik.
- Sette özellikle öpüşme sahnelerinde kadın oyuncuların ayağının altına takoz konurmuş... Başka detay var mı?
Bacaklarımı yanlamasına açardım, bacağımı hafif kırınca boyum kısalıyordu, kadınlar da ayağının altına takoz koyardı.
- Gülşen Bubikoğlu ile çok yakışıyordunuz... Ona âşık oldunuz mu?
Salon filmlerini bırakınca Gülşen’le aynı filmlerde karşılaşmadım çünkü ondan bir köy kızı, Anadolu’nun yaşayan bir insanını yaratmak çok zor. Onun için her şey koptu... Âşık olsam da olmasam da bunu söylemem. Hem aşk hayatımı yazmak yakışmaz.
- Aşk o kadar güzel bir şeyken yazmak neden yakışmasın ki?
Aşk sevginin bir üst basamağıdır. Sevmeden hiçbir şey güzel değildir. Sevmeyi fazlalaştırdığın zaman aşk başlar. Bir insanda sevgi ne kadar varsa o kadar mutlu yaşar dünyada.
- Kalp kıranlardan mı yoksa kalbi kırılanlardan mı oldunuz daha çok?
Mümkün olduğunca kalp kırmamaya çalışırım. Bir hayvanı da mutlu etmek isterim. Mutlu etmek için elimden geleni yaparım. Bazı insanlar vardır ki karşı tarafa kötülük yapmayı kafasına takmışlardır, onları da bir çarpıyla hayatımdan siler çıkarırım. Her kim olursa olsun çünkü başka türlü baş edemezsin.
- Tarık Akan çapkın mıdır? Öfkeli midir? Hangi yönlerini törpülemiştir? Size dair hasır altı bilgiler duymak istiyorum.
Anlattım ya...
- Anlamadım hocam. Burası okul değil mi? Bir daha anlatın, biraz açar mısınız kendinizi hocam?
Taktın bana ya. Diğer röportajlarını okuyorum hiç böyle şeyler sormuyorsun. Gelip bana soruyorsun... Efendiydim...
- Çünkü bu yönünüze dair bilgiler az, sizi eksik biliyoruz o yüzden soruyorum.
Dünyanın lafını ettim yeter.
- Olur mu daha gündeme gelmedik...
Atla gel çabuk.
- Peki. Gündemde en çok ne canınızı sıkıyor? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “vatandaşlıktan çıkarma” demeci sizde ne gibi çıkışlar yaptı?
Her gün şehit haberi almak perişan ediyor beni. Cumhurbaşkanı’nın konuşmaları beni çıldırtıyor. Bu kadar yanlış bir düşünce olabilir mi? Hangi yetkiyle, hangi hakla vatandaşlıktan çıkarma lafını kullanabilirsin. Olacak şey değil. Çok acı çok.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmaları neden çıldırtıyor sizi?
Bu kadar temelsiz, bu kadar hedefi olmayan, bu kadar muhalefete küfür edercesine konuşma... Bu eleştiri değil, konuşmak değil. Bu yaşıma kadar hiçbir iktidardan muhalefetle ilgili bu tür Türkçeyi duymadım. Konuşulmadı da. Bu kadar ağır, küfüre yakın konuşmayı mantığım, aklım almıyor. Sıkıştıkça muhtarları topluyor... Topluyor muhtarları, kaymakamları, polisleri ağzına gelen her lafı söylüyor. Bir Cumhurbaşkanı’na yakışmayan bir hareket. Bu yaşıma kadar ülkemde şunu gördüm ki hesabı sorulmayan çok az ve küçük şeyler var. Yapılan bütün hataların önünde sonunda bir şekilde hesabı soruluyor. Peki senden sonra çocukların var, bu hesap çocuklarına sorulduğu zaman düşünmüyor musun onların ne acılar çekeceğini. Elinde hiçbir kanıt, belge yok. Aldığı yanlış tüyolara göre yorum yapmak kadar yanlış bir şey olamaz. Onun için Cumhurbaşkanı bugün var yarın hiçbirimiz olmayacağız. Sırayla gidelim yeter ki. Sonra geriye kalan Cumhurbaşkanı’nın yakınlarının çok acı çekeceğine eminim. Hesapları sorulacak.
- CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun söylediği “önüne yatma” lafı üzerine çıkan tartışmayı siz nasıl görüyorsunuz?
Kılıçdaroğlu çok güzel cevaplar verdi. Aile Bakanı “Bir kereden bir şey olmaz” diyor. İnanılır gibi değil. Nasıl bu lafı söylüyor? Önüne yatmak demek onların aklına gelen değildir. Bunu da Kılıçdaroğlu çok güzel izah etti. Harika güzel cevaplar veriyor, bravo Kılıçdaroğlu’na.
- Sizinle senelerdir sanata yapılan baskılara tepki göstermek için katıldığınız pek çok etkinlikte bir arada oluyoruz. Hiçbir şeyin değişmemesini görmek nasıl bir duygu?
Bu ülkede hiçbir şeyin değişmemesi acı veriyor bana. Ülkemin değil düzelmek, şu günden çok daha kötüye gittiğini görüyorum. Beş yıl önce liselerde felsefe, sosyoloji ve mantık derslerini kaldırdılar, yok ettiler. Bir toplumun var olması için bu üç ders o kadar önemli ki...
Bu dersleri kaldırdılar. Atatürk’le ilgili her şeyi yasaklamaya başladılar, o yüzden yokuş aşağı yuvarlandıkça yuvarlanıyoruz... Bu ülkenin vatandaşlarıyız. Bu ülkede doğduk bu ülkede öleceğiz. Çocuklarımı, çocuklarımın çocuklarını düşünüyorum... Facia bir mutsuzluk yaşıyorum. Onların geleceğinin olmaması beni kapkaranlık bir noktanın içine sokmaya başlıyor. Türk toplumu mutlu değil. Bu karanlık noktadan dolayı mutlu değil.
- Yaşadıklarınızdan öğrendiğiniz ne var?
Kendi doğrularım var ve bu doğrularımdan taviz vermem. Şu ana kadar ne yapmak istediysem yaptım.
- Hiç pişmanlık yok mu?
Yok. Büyük hatalar yapmadım.
- İçinizde kalan bir şey yok mu?
İçimde bir ağrı var... Yaşam yaşla orantılı gidiyor. Her yaşın kendine göre bir hırsı, başka bir koşu alanı var. Her yaşın başka bir rengi var.
- Şu an hangi rengi yaşıyorsunuz?
Şu anda noktayı koymak üzereyim. Ölümden bahsetmiyorum. Artık aktif olarak bir şey yapmayı düşünmüyorum. Doğru bulduğum eylemlerin içine girerim ama artık ben yapmam... Ne kadar çok konuşturdun beni yeter.
- Tarık Akan’ı film kimlikleri üzerinden tanıyoruz. Gerçek Tarık Akan’ın duygu yönünü de yakalamaya çalışıyorum.
Hiçbir röportajımda kişisel duygularımı okuyamazsın.
- Ama sizi okumak istiyoruz. Sanatla kendinize dair neler keşfettiniz? Çok sevdiğiniz İlhan Selçuk’un da dediği gibi insan yaşarken kendi heykelini yontarmış. Siz şu hayatta kendinizi nasıl yonttunuz?
Bilinçlendiğim noktadan bugüne kadar hep kendimi sorguladım. Kendini sorgulayan bir kişiliğe sahibim. Önce kendimi sonra karşı tarafı sorgularım. Sorgulama neticesinde çıkan sonuç her an değişkendir. Doğru diye bir şey yoktur. O bugün doğrudur, süreç içerisinde o doğru başka bir doğruya oturur. Tek doğru diye bir şey kişiliğimde yoktur. Onun için sürekli sorgularım, yorumlarım. Şekil değişir ama ben değişmem.
Hayal benim yaratımda yok. Ben hayal etmem, gerçeği yapmaya çalışırım, gerçeğe inanırım. Hayal hayaldir. Hayal bana çok fazla bir şey vermez."