Bir adam.

Bir masada oturmuş, yayarak bacaklarını.

Göbeği kendinden hayli önde.

Annesi tıkıp durmuş ağzına sonsuz yaşına dek.

Bıyıkları ünlü bir Sovyet komutanı kadar gür

Sovyet komutanının punduna getirdiği bir nazi kadar da umarsız bıyıkları.


Suratının tarifini yapmak zor.

Pug cinsi bir köpek gibi aşağıda sanki.

Geniş çehresinde ve tombul yanaklarında hiçbir gülüşün kırışıklığı yok.

Hiç iz yok.

Bilinmez

Acaba hangi sokaklardan geçmiş?

Gözlerindeyse bir kedi nankörlüğü.



Bir adam.

Ruhunda tüm zıtlıkları içmiş bir ayyaş.

Ağzına ise hiç alkol değmemiş.

Bazen uzunca bakar Bernard Alba’nın Evi’ndeki gibi

Bazen utandırır Lorca’yı

cesaret edemez aynaya bakmaya bile.




Kadın kendinden biçare

Dönüp durur pervane

Efsaneye göre yirmi yıldan fazladır bir tatlı söz beklermiş rüzgardan.

Önünde sonunda küsüvermiş söz söyleyenlere de.

Dönüp durur metruk.

Dön, dur

dur...

Dur, bir uğultu var.

Kim bilir hangi rüzgarın esintisi.

Sanki kendini görevinden azat etmiş bir ağacın nefesi.

Uğultusunu alıp dünyadan taşınan bir ağacın varlığını hissettiniz mi hiç çocukluğunuzda?


Gel, gelelim

gel

Gel uğultumuzu sırtlanıp taşınalım dünyadan.



[Ağaç imgesi benim için sırtımızda kök verip duran görünmez emeğin kölesi olmuşluğumuzdur. Rüzgarsa kimden güç aldığını bilmeyen kibirli bir esinti. Aslında biliyorum ki şiir okuyanın anladığıdır. Hatta şairin kaleminden çıktığı an artık ona ait değildir, derler. Fakat bu günün anlaşılması gereken şiiri ilan ettim bunu ve sahiplendim zihninizi.]

10Mayıs