Gri parlak cübbesinin örttüğü çelimsiz silüeti dışında hiçbir şey görünmüyordu. Arkasında duran kalabalığın gözleri yanılıyor, ara sıra ışık parlak kumaşın üzerinde oynaşmasa sesini duydukları kralın sırtına değil, konuşmakta olduğu taşlara baktıklarını sanıyorlardı.

 

Yüzünü daha önce hiç görmemişlerdi. Sadece vurgulu sesi ve silüeti vardı. Çok önceleri, bir kez olsun kendilerine dönüp baksın, kulak versin diye neler denememişlerdi ki. Yamaçta toplanırken aralarında fısıldaşır, kralın dikkatini çekmenin yollarını ararlardı. Bir keresinde düzmece bir anlaşmazlık yaratıp arbede çıkarmışlar; başka bir seferinde her biri ellerinde farklı renkte çaputları dalgalandırarak, gökkuşağı gibi göz alıcı, coşkuyla alana girmişler; nefes bile almamayı denemişler başka bir gün, kral kendisini dinlemeye tebaasından kimsenin gelmediğini sansın, şöyle bir dönüp arkasına baksın istemişlerdi, nafile; umutlar kesilmekteydi.

 

Yıllar önce kralın askerleri bir gece yarısı getirip dikmişlerdi araziye taşları. Her biri aynı boylarda, aynı renklerde olan bu özelliksiz taşların gelişine anlam verememişti halk.

Her taşın başında bir asker gece gündüz nöbet tutuyor, merakla kıvranan ahali taşların yakınına dahi yaklaşamıyor, deneyenler en ağır şekilde cezalandırılıyordu.

 

Rüzgârdan, yağmurdan aşınan, süslü cilası solarak dökülen taşları onarmak, parlatmak için halk daha çok çalışmaya, ağır vergiler ödemeye zorlanıyordu. Karşı çıkanları askerler götürüyor bir daha o isyankâr kişilerden haber alınamıyordu. Kralın taşlarına sesleneceği günler dışında bir araya gelmeleri yasaklanmıştı çok geçmeden. İnsanların hareketleri ağır, bakışları donuk, sesleri kısıktı nicedir…

 

O güne kadar sarayından çıkmayan kral, her haftanın ilk günü halka arkasını dönerek taşlarına seslenmeye başlamıştı. Düzenin kusursuzluğunu övüyor, taşlarına şükranlarını sunuyor, halk söylenenlere anlam veremiyordu. Haftalar, aylar, yıllar geçerken, kral yaşlanmıyordu. Sesindeki coşku, duruşundaki azamet, görünmez kıldığı halkına umutsuzca böyle düşündürüyordu belki de.

 

Meydanda toplanan kalabalıkta başka bir telaş ve huzursuzluk hakimdi o gün. Kümeler halinde alanda duran her hanenin başında ikişer asker bekliyordu. Bundan yedi yıl önce, doğurgan olan tüm kadınların en az bir çocuk daha yapması emredilmiş, doğuramayanlar işaretlenerek rapor edilmişti. O yıl doğan ve şimdilerde yedi yaşında olan çocukların da o gün kralı dinlemek için meydanda hazır bulunması istenmişti.

 

Kral, etten duvar olmuş askerlerinin arasında yerine ilerlemiş taşlarına dönerek konuşmasına başlamıştı. Ansızın korkunç bir uğultu duyuldu. Toprak sarsıntıyla belleniyor, taşlar gürültüyle parçalanıp ufalanıyordu. İnsanlar kendilerini yere atmış, cenin durmuşlardı. Kralın acı haykırışıyla dehşete düşen askerler taşları kurtarmak için davranmış, paramparça etrafa saçılan kütlelerin altında bir bir can vermişlerdi. Kral, olanları durdurmaya muktedir gibi ellerini havaya kaldırmıştı. Görünmez bir ağırlığın altında kalmışçasına yüzü, derisi kaskatı kesilmişti.

 

İnsanlar kralın yüzünü gördüklerinde oldukları yerde kalakaldılar. Çocuklar ise korkusuz, aydınlık yüzleriyle dimdik ayaktaydılar. Enkazın ortasındaki kral çaresizce etrafına, taşlarına, onların altında kalan askerine bakındı; çarpılmış yüzünde şimdi saf korku vardı. Çocuklara döndü, dizlerinin üzerine çökerken aman diledi. Sarsıntıyla birlikte gelen uğultu kralın sesini perdelemiş, çocuklar krala sırtını dönmüşlerdi.