Oğuz Atay’ın nevi şahsına münhasır kişiliği ve üslubuyla tanışmama vesile olan “Tehlikeli Oyunlar” romanı; birçok bakımdan incelenmesi, tahlil edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken, Türk edebiyatının kültürel ve sanatsal mahiyetini zenginleştiren nadide eserlerden birisidir. Kalburüstü eleştirmenlerin ve naçizane bendenizin böyle bir kanıya sahip olmasını sağlayan temel unsur, romandaki Hikmet Benol başkahramanının derin düşünsel ve ruhsal süzgeçlerden geçirerek ya da çoğu zaman geçirmeyerek gözler önüne sunduğu “oyun alanı”dır. Bu “oyun alanı”nı pekiştiren ve insanlara kendileri gibi olmama, “oyun oynama” fırsatını veren bir toprak parçasında yaşıyor olmamız gerçeği; “Ülkemiz, büyük bir oyun yeridir.” cümlesiyle romanda kendine yer edinmiştir. Karakterlerin birbirleriyle yarışırcasına çeşitli rollere girdikleri, kendileri olmaktan çıktıkları (Hikmet II ve Hikmet IV'e saygılarla) ve hayatın dişlileri arasında ezilip gittikleri bu “oyun alanında” sahneden kendini alamayanların, başkalarının kurbanı olanların, piyon olmaktan öteye gidemeyenlerin, arzularının peşinden gidip hiçliğe kavuşanların, varlığının ve yokluğunun hiçbir önem teşkil etmediği bilinenlerin, yoksul ve yoksunların, sefih ve sefillerin, ayyaş ve uyanıkların, hülasa bütün bu “oyun alanı kahramanları”nın neler yaşadığını görmek ve duyuların bu denli bir şenliğe dahil olması; romanın üzerinde fazlaca durmadan ulaşabildiği muazzam bir başarı olarak okuyucunun okuma hazzını perçinliyor.
Romanı okuma ayinim sırasında –ayin kelimesini üstünkörü kullanmadığım gerçeğini gözler önüne sermek istiyorum– zihnimin çeperlerini bazı “faydacı” sorular çevrelemeye başlamıştı bile. İnsanın benmerkezci ve suya sabuna dokunmayayımcı tavrıyla hayatın akışına kapılması yahut “felsefi” bir tabirle iki defa girilemeyen nehirlerin sürüklediği yollardan geçmesi kolaydı. Gerçeğin peşinden koşma kahramanlığını bir kenara bırakma aksiyonu ise ona şu çıkarcı soruları sorduruyordu: Oyun yerine dönmüş bir ülkenin ve gezegenin evlatları olarak bizler, sürekli olarak ve başka başka rollerde sahneye çıkma şansını neden geri çevirelimdi? Neden bütün yükleri sırtımızdan alan, yaşam kaygısını üzerimizden yokmuşçasına sıyıran bir altın tepsiyi elimizin tersiyle itelimdi? Konfor alanından çıkıp gerçeğin peşinde olmak bize ne gibi değerler kazandırırdı? Herkesin maskeleri altından sevimlilik yaptığı bir yerkürede “Ben sizlerden değilim, ben ulvi ve kıymetli bir görevin peşindeyim, sizler maskelerinizin altından aptal gülümsemelerinizi takınadurun, ben gerçeği düşünmekle ve zikretmekle meşgulüm.” mü diyecektik Mesih gibi? Ya ihanete uğrayıp çarmıha gerilsek de mi? Bizler, soruyorum size, insan denen aciz varlıklar, birer Hikmet Benol olmayı başarabilseydik de gerçekliği tüm çıplaklığıyla karşımızda korkunç, diş geçirme isteğiyle dolu, çirkin ve pürüzsüz bir şekilde görseydik bu amansız düşmanla baş edebilecek miydik? Tümüyle kılıcımızı kalkanımızı kuşanıp topuyla tüfeğiyle gelen bu azılı düşmana karşı savaşabilecek miydik? Yoksa bizi de nihayet üstesinden gelemeyeceğimiz pervasız, anlayışsız bir acı ve ümitsizlik mi sürükleyecekti kadere, tıpkı Hikmet’i içten içe sömüren hislerinin yönelttiği gibi? Yoksa Sevgi gibi boyun eğip Bilge gibi özgür olduğumuzu mu zannedecektik? Gerçeğin ve oyunun hüküm sürdüğü bir hanedanlıkta gerçeğin sancağını hangi yiğit taşıyacaktı, hangi cüretle doğrunun sözcülüğünü yapabilecektik biz Hikmetler? Nitekim en çok cesareti gösteren, başkaldıran “aykırı” roman kahramanımızın bile yolu –hiç arzulamadığımız bir karşı cinse benzeyen– en gerçek şeyle, “ölüm” gerçekliğiyle sona ermemiş miydi, hem de kendi elleriyle?
“Tehlikeli Oyunlar” romanı ruhumda birçok ışık yaktı diyebilirim gönül rahatlığıyla. İnsanın kendini tuhaf bir olayın veya durumun ortasında bulduğu, ben burada ne arıyorum tilkilerinin kafasında dolaştığı anlar benim de çokça başıma gelmişti. Böyle bir durumda ortamı terk etme isteğiyle dolup taşsam dahi bu yakışı kalır bir hareket olmazdı; bir kere gelmiş bulunduğun, oyuna başladığın sahneden “benden bu kadar” deyip indiğin vakit bu hareketinin sonuçları ileride başını ağrıtacak cinstendi. Hatta bazen bazı durumlar insanı öyle süreçlerden geçiriyordu ki –romandaki gibi– rolüne devam etme sahtekârlığı farklı bir haz veriyordu insana. Yine de “sergilenen” oyunlar zamanla gerçeğin yerini aldığında insanın saklanacak delik aradığı da ortadaydı. Ne yapmak lazımdı, bilemiyordu. Hüsamettin Albaylar, Sevgiler, Nurhayat Hanımlar, belki Bilgeler insanın hayatında her zaman yoktular. Onlar da kendi sahneleri gelince oyuna dahil oluyorlardı ve sahne arkasında bir birlikten, beraberlikten söz edilemezdi. Kafayı "oynatmak" içten bile değildi, toplum neden böyleydi, ben neden böyleydim? Bu içimdeki bitmek bilmeyen savaşın bir galibi olacak mıydı? “Gibi yapmak” ve oyunu kuralına göre oynamak mıydı bütün bu sorunlu yaşamın çözümü? İyisi mi diyorum bazen, Hikmet ben olayım da toplumun temellerini böyle sorularla dinamitleyeyim. İyisi mi, iyisi değil! Değil bu, bu kötüsü! Kendi ellerimle ipi boynuma geçireyim istiyorum ben herhalde, olacak iş değil. Zor bir girdabın içinde olduğumuz görülüyor, “tehlikeli oyunlar” peşinde olduğumuz da... Peki... Gerçek mi ışık tutacak bize, yoksa gözümüzü alan parıltılı “oyunlar” mı oyalayacak bizleri bu hayat çukurunda?
(kuyu da diyebilirdim ama biliyorsun albayım: “Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.”)