Bangır bangır tek başımızaaaa diyen bir sesle haftanın final perdesi pazarı selamlıyorum. Masama geçip beni bekleyen onca işi öteleyip ne yapsam diye sıkılmak için takribi 14-15 saatim var. Hemen tüm muhabbetlerimde olduğu gibi geçiştirmeceli bir kahvaltı ve akabinde bu geçiştirmeyi çekilir kılacak sınırsız çay. Tüm bunlardan sonra bitmeyecek bir düşünme seansı. Düşündükçe derinleşiyor dünya ve düşündükçe düşündürüyor dünya. Düşündükçe düşüyor modum ve düşündükçe son zamanlarımın ne kadar manasız olduğunu düşünüyorum. Bir müddet sonra yalnızca neyi düşündüğümü düşünüyorum. Daha da düşünmeye gerek yok diye düşünerek izaha muhtaç her hadise gibi bunun da izahatını vermeliyim diyorum kendimce.
Sırtımı bir bıçak gibi kesen rüzgar, gözümü hafif aralık balkon penceresine kitliyor. Üşüyen sadece ben değilim ama Seyda da titriyor. Söylemeyi unuttum, yeni bir kuş aldım, adını da Seyda koydum. Daha doğrusu adını Seyda koyduktan sonra kuşu aldım. Tıpkı kaderimizi yazıp bizi seçen Tanrı’nın tavrı gibi. Ben de öylece seçtim onu onlarca kuşun içinden ve sen Seyda olacaksın dedim. İşte şimdi de tüylerini kabartıyor kendince. Üşüdüğünü görür görmez kapıyorum kapıyı. Ben onu imtihan edemem, imtihan Allah'a mahsus zira. Isınsın hayvan kabara kabara bir hal oldu zaten. Camın önüne getirdim kafesini, vakit Seyda ile gözlem vaktidir.
Sümkürerek tükürüyor bir Afgan ve "Iyy, pislik Arap!" diye aşağılıyor onu ellisinde olmasına rağmen hala ojelemeye üşenmediği ayak tırnakları sandaletinden belli olan teyze. Saçları fönlü ve yakasında malum bir rozet. Herkes ve her şeyin kendinden aşağı olduğunu belli eden jakoben bir Anadolu kızı. Nene hatunla övünüp köylü diye azarlıyor insanları. Ancak gel gör ki hayat bu teyzeden ibaret işte; böylesine tezat, inişli yokuşlu, gelgitli, ters düz ve siyahla beyaz gibi hayat. Grisi yok, hele gökkuşağı sadece bir illüzyon. İşte böyle Seyda ile balkon manzaraları, bir yanda tepeden tırnağa Orta Doğu ve tüm realiteye karşı gözüne burka inmiş bir Afgan, diğer yanda reankarne Nevzat Tandoğan bir teyze ve tüm bunları salt gözlemleyerek aktaran cinsiyetçi, faşist, lağım çukuru ben...
Öz eleştiri böyle bir şey herhalde, kendine giydirmekten hallice. Lakin benim amacım farklı, ben okuru yormak istemiyorum. Fakat bunları okuyan tek ben olunca gene yazarak yorulmuş oluyorum. Dedim ya, hayat bu işte, o jakoben teyze, o kaldırımlara tükürüp hala halkların kardeşliği zırvasına inanan tütün tarlası esanslı Afgan işte hayat. Kıyıya vuran Aylan bebek, kan revan Urumçi hayat, geçmişte Kmer rejimi, İdi Amin ve ölünce kıymete binen kaddafi hayat. Hayat bir tebliğcinin doğru doğru yolu bulduğunu sanması kadar komik ve seni de kendi foseptik tarikatına itmesi kadar trajik. Bu iki hadisenin harmanı işte hayat, trajikomik.
Bense her şeyden sıyrılıp helakı müstehak kavmimi Rabb’ime karşı koruyor gibiyim. Hiçbir şey yapmadan üstelik. Sadece kendimi kendimden muhafaza etmek suretiyle direniyorum. Lisede matematikçi senin katlin vacip demişti, ona bile hayatında başarılar dileyerek hem de. Kendince beni zındık addeden din hocama da hidayet diliyorum. Ben kendimi kendimden koruyorum, Allah da onları kendilerinden korusun diyorum her duamın sonunda. Gerçi çok dua da etmiyorum. Ne kadar ekmek, o kadar köfte hesabı. Bu yoldan çıkmış yaşamla Allah'tan bir şeyler istemek biraz yüzsüzlük olur gibi. Neyse, burada noktalayalım bahsi; şimdi hacılarınız, hocalarınız, evliyaullahlarınız bitmez sizin. Afakandan beter basarlar adamı. Bu manifesto, gerçek İslam bu değilcilere tebliğ edilmeden yol alalım en iyisi.
Yol alalım dediysem herkes kendi yoluna elbette. Benim yolum hak yol diyenlerden değilim ben. Ancak gönül rahatlığıyla benim yolum hakkım olan yol diyebilenlerdenim. O yüzden herkes bir başına kalmalı hakkı olan yolunda. Zaten gümbür gümbür bağırıyor yukarıda Erkin Koray'a eşlik eden adam, biraz daha aç sesi diyorum ona ve şöyle diyor Erkin baba: "Hayat kavganda tek başınasın."