Kapalı bir sabahtı; kıyıda oturmuş, kayalara çarpan dalgaları izliyordu. Kendini düşündü, hayatında kendini düşündüğü her an yaptığı gibi "Acaba benim suçum mu?" dedi ama kalbi bu sefer emindi, onun suçu değildi ve bu yüzden devam edemezdi. Denizin kuruduğunu gözlerinin önüne getirdi, olmayan bir denizin kıyısında onu getirecek gemiyi bekliyordu. Anladı. İlişkileri aynı böyleydi. Artık yorulmuştu, üşümüştü, dizlerini kendine çekti, çenesini dizlerine koyup ufka baktı. Gitme zamanı gelmişti. Ama o bu kadar güçlü müydü bilmiyordu, sanki olmayan dalgalarla her gün kavga ediyor, her gün mağlup oluyordu. Bir can yeleği arayışındaydı belki. "Ben mi kuruttum o suları?" dedi, "Ben mi harcadım gelir yerine diye savurganca..." Sanki her çarpışında o dalganın, biraz daha kopuyordu zinciri düşüncelerinin. Gözlerini açtı yavaşça, birkaç gölge, "Yoksa..." dedi. Şansını her seferinde denemeliydi, değil mi? Dudaklarını araladı biraz yükünü hafifletmek için. İstemsizce en acı notalar dökülüyordu ağzından. Umutlu bir şarkı değil, çaresiz bir yardım çığlığı gibiydi. Sahi o yüzden mi duymuyorlardı? İnsanlar kulaklarını kapatmışlar mıydı ihtiyacı olanlara? Yoksa hiçbir zaman orada bile olmamışlar mıydı? En büyük kabusuna dönüp bakacak cesareti yoktu, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan birinin içinde cesaret aramanın manasızlığını da bilirdi lakin. Ayağa kalktı titrek bir halde, arkasını döndü. Çocukken ezberlediği ve hiçbir zaman unutmadığı bir şiire bakar gibi, "Birkaç ağaç silüetiymiş." dedi alaylı acı bir gülümsemeyle. Onlar bile köklenmemişti.