Macaristan ve Erdel Prensi olan II. Frenc Rakozci, Habsurg Hanedanı'na karşı Macaristan bağımsızlık savaşının liderliğini yapmıştır. Ancak savaşın başarısız gidişatının ardından sırasıyla Polonya, İngiltere ve Fransa'ya yerleşti. 

1716 yılında Avusturya-Osmanlı savaşı başladığında Avusturya'ya karşı Macar ayaklanmasının tekrar başlayabilme ihtimaliyle Osmanlı Sultanı III. Ahmed'in davetini kabul etti ve 1717 Eylül'ünde Fransa'dan gizlice ayrılıp Osmanlı'ya göç etti. 

Rakoczi'nin Osmanlı'ya göç ettiği dönem Lale Devri olarak adlandırılan dönemdir. Bu dönemde Osmanlı kültürü, edebiyatı, sanatı (özellikle minyatür), tarih yazımı yeniden öne çıkmaya başlamıştır. Yine bu dönemde Macar asıllı İbrahim Mütefferrika, Osmanlı'nın ilk matbaasını kurmuş, Avrupa usulü saray inşaatlarına girişilmiş ve sarayda ilk kütüphane binası oluşturulmuştu. 


Rakozci ve mahiyetinin Osmanlı'ya geldiği zamanlardaki Osmanlı'nın kültürel ve siyasi çevresini azıcık çizdikten sonra gelelim Rakozci ve mahiyetinin nereye yerleştiklerine...

Öncelikle İstanbul'da Yeniköy'e yerleştirilseler de ardından günümüzde de İstanbul'a yakın bir il olan, ancak o zamanlarda kasaba olarak adlandırılabilecek sınırlar teşkil eden Tekirdağ'a yerleştirildiler.

Tekirdağ'a yerleşimleri hakkındaki ilk düşünceleri Rakozci'nin taraftarı ve hizmetkarı olan Klemen Mikes'ın hayali teyzesine yazdığı 35. mektupta görebiliyoruz. 

Bu yazıda Mikes; '' ... Sohbet sırasında Bey, Sadrazam'a Tekirdağ'ın çok uzak olduğunu, Babıali'ye daha yakın olmayı yeğlediğini söyleyince, Sadrazam; 'Biraz uzak olsa da uygun bir yerdir, çok da uzak olduğunu düşünme, zira burada pişen pilav oraya sıcağı sıcağına ulaşabilir demişti. Bu lakırdıya ne buyrulur?'' diye yazmıştır. 

Klemen Mikes'ın Tekirdağ'a geldikten sonraki mektuplarına baktığımızda yaşamından memnun olduğunu görebildiğimiz gibi Tekirdağ'ın o dönemki sosyal yaşam tablosunu da ortaya koyabiliriz. 

Mikes'ın mektuplarında görüldüğü üzere Macarlar gelmeden önce Tekirdağ'ın asayişinde sıkıntı varmış. Taciz, tecavüz, insan öldürme gibi birçok toplumsal sıkıntı baş gösteriyor imiş; lakin Macarların gelmesiyle imparatorluk Tekirdağ'daki asayişe daha titiz davrandığı için topluma huzur, ortama sükunet gelmiş. Son olarak Klemen Mikes'ın Tekirdağ'a geldikten sonraki ikinci mektubuyla konuyu kapatmak isterim. 

"Bizler burada artık uslu uslu oturan ev bark sahibi insanlar olduk. Rodosto’yu o kadar sevdim ki, Zagon’u unutamıyorum. Şaka bir yana sevgili teyzem, bizler burada pek güzel, hoş bir yerde bulunuyoruz. Şehir oldukça büyük ve güzel. Deniz kenarında hoş ve geniş bir yakada kurulmuş. Şu da bir gerçek ki, burada Avrupa’nın en kenarındayız. Buradan İstanbul’a iki günde rahat rahat ulaşılabileceği de açık. Denizden gidildiğinde ise bir günlük bir yol. Kalması için Bey’e bundan daha iyi bir konak hiçbir yerde verilemezdi. İnsan ne tarafa giderse gitsin, her yerde güzel kırlar var. Fakat araziler boş değil. Topraklar her tarafta çok iyi işleniyor. Köylerin etrafındaki kırlar bakımlı. Ve şehrin toprakları öyle işlenmiş ki, insan, sürülmüş tarlalara, bağlara ve verimli bostanlara bakmaya doyamıyor. Burada o kadar çok bağ var ki, 17 başka yerlerde bu kadarı bir vilayete yeter. Hepsi de çok iyi işlenmiş. İçleri bol meyve ağacı dolu; adeta her biri birer meyve bahçesi. Yalnız burada, bizde olduğu gibi kütüklerin yanına sırık dikilmiyor, bu nedenle dallar yere kadar sarkıyor, yapraklar da salkımları örterek toprağı gölgede bırakıyor. Bu ise, bu sıcak bölgede gerekli; yazın çok az yağmur yağıyor, böylece toprak yaş kalmış oluyor ve üzümler de kurumuyor. Burada çok fazla verimli bostan var. Kendi âdetlerine göre de iyi işlenmiş. Yine de bizimkilere benzemiyor. Ayrıca buradaki kadar çok pamuk hiçbir yerde ekilmiyordur. Bu yüzden pamuk ticareti de oldukça fazla. Sanırım bizim Torda vilayetinde yetişebilirdi, ama bizim çorak topraklarımızda yeterli sıcaklığı bulamazdı. Buradaki kadınların işi, bütün yıl boyunca pamuk ekmek, toplamak, satmak ya da eğirmekten ibaret. Mayısta ekip, ekimde topluyorlar. Pamuk gerçekten çok emek istiyor; ama buralardaki kadınların dışarıda hiç başka işleri olmadığından, buna vakit buluyorlar. Şehrin ise güzel bir yer olduğunu söyleyebilirim: Uzun olduğu kadar geniş değil. Ancak şehirdeki evler ne kadar güzel olursa olsun, güzel görünmüyor. Özellikle Türkler, karıları dışarıyı görmesinler diye sokaklara bakan pencere yapmıyorlar. Kıskançlık ne kadar güzel bir şey! Şehrin pazarı çok geniş. Çeşitli kümes hayvanları, meyve ve sebze ucuz. Biz gelmeden önce daha da ucuzmuş. Gerçi biraz pahalılığa yol açtıysak da, huzura neden olduğumuz da söylenebilir. Bunu bizzat buranın sakinleri söylüyorlar. Şimdi yerleştirildiğimiz yere gelmeden önce, kadınlar ve kızlar sokaklardan gündüzleyin bile korkarak geçerlermiş. Akşamleyin dışarıda bulduklarını yakalayıp götürülürlermiş. Sonunda ne halde serbest bırakıldıklarını artık siz düşünün. Cinayetler bile oluyormuş. Bu işleri yeniçeriler, Rumlar ve Ermeniler yapıyorlarmış. Artık bu türden en ufak bir olay bile olmuyor. Akşamleyin herkes sokaklarda rahat rahat, çekinmeden dolaşabiliyor. Doğrusu biz de oldukça kalabalığız. En ufak bir şey olsa, kapımızda bulunan otuz yeniçeri yaramazlık yapmak isteyenlere dersini veriyor. Oturduğumuz yerden daha sessiz bir yer düşünemiyorum. Akşamleyin ne yabancı bir yeniçeri ne de Rum görüyoruz. Oysa hava güzelse, akşam saat on bire kadar dışarıdayız. Bu kadar kısa zaman içerisinde şehre ne kadar büyük faydamız dokundu. Ya bundan sonra!...” (Tekirdağ, 1720. Mayıs 28., 37. mektup)