198. kez çıktım evimden 165. kere aynı durağa gittim. Aynı otobüse binip aynı yollardan gittim. Aynı binaları izledim. Aynı yerde durdu otobüs. Aynı gölgeye baktı gözlerim. Aynı kayıtsızlıkla yürüdüm yüzlerce yıllık taşların üzerinden. Belki biraz büyümüştüm. Biraz ben, biraz düşüncelerim. Olgun bir kız çocuğu adımlarıyla yürüyordum. Ondandı adımlarımın sessizliği. Bakmaya ihtiyaç duymuyordum nerede ne var diye. Her şey olması gerektiği yerdeydi. Bir ben değildim olmam gereken yerde. Binlerce yıllık tanımışlığın yabancılığıyla yönümü bulabiliyordum. Güneş yine soldan geliyordu. Ona rağmen sol koltuğa oturdum. Bir süre Oğuz Atay cümleleri okudum. Sonra güneş otobüsün tepesine dikildi. Biz kurtulmuştuk ama otobüsün başı beladaydı.
Rengârenk giyinen insan neşesi doluydu her taraf. Çoğunlukla yapmacık. Ben ise kalbimi kontrol ettirmeye gidiyordum. Malum bu aralar çok kırıldı. İçime atmaktan yoruldum. Bir EKG iyi gelecek gibi hissediyordum. Doktor EKG’me bakacak göz göze gelecektik sonra sarılıp ağlamaya başlayacaktık. Kalbindeki hasarın sebebini sana hep yanlış anlatmışlar diyecekti. İlk defa bir doktor beni anlayacaktı. Ama işte 10 dakikalık bir anlamışlık neyi ne kadar saracaktı.
Yön tabelaları karar veriyor nereye gideceğime ve ben oturup bir kaldırım taşına elimi çenemin altına koyup gözlerimi en olmadık boş bir noktaya dikiyorum. Düşünmek mi daha sancılı düşünmemek mi diye düşünüyorum. İşte o an rüzgârım esiyor. Önümden insan takmış bir gözlük geçiyor. Seneye hangi gözlüğü alacağıma o an karar veriyorum. Not defterime yazıp düşüncesizce düşünmeye devam ediyorum.
İnsanlar insanlara dokunmasa her şey ne kadar tıkırında olacak farkında mısınız? Kimse kimsenin hayatının muhtarlığını yapmasa mesela. Çalışıyor musun, çalışmıyor musun, ne zaman evleneceksin, niye boşandın, niye şöyle niye böyle? Kocaman bir sanane.
Sinirlendim yine.