Kumandaya bas, arkana yaslan. Otomatik pilot devrede.

Koltuğa oturdu, kumandaya bastı. Televizyonun açılması yaklaşık on saniye sürdü. Eskiden televizyonlar geç açılırdı, sonra hızlı açılmaya başlamıştı, şimdi süre yine uzuyor, diye düşündü.


Ekranda dizi tekrarı vardı. Özellikle takip etmediği halde takip ediyormuşçasına iyi biliyordu konuyu. Biliyor olmasına şaştı.


Dizide gençlerin aşkı rastlantılar yumağıyla örülüyordu. Evrendeki tüm enerji önce onları koskoca şehirde defalarca karşılaştırmak, sonra birbirine gıcık etmek, sonra da aşık etmek için kullanılıyordu sanki. Bu rastlantılar silsilesi altında yavaş yavaş pişen aşkın karşısına çıkan engeller silsilesi teker teker yıkılıyordu. Aşk en çok onlara yakışıyordu. Kimse bu aşkın karşısında duramazdı.


Genç aşıklar bütün sorunları çarçabuk hallediyordu. Kötü niyetli eski sevgililer yüzünden çıkan kıskançlık krizleri kısa sürede çözümleniyordu. Kalabalık metropolde bir yerden bir yere ulaşmak iki dakikayı almıyordu. İnsan aşık olunca zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu.


İş bulmak, para kazanmak, türlü türlü aksilikleri gidermek ve mutlu olmak zaman almıyordu. En başından beri bu aşka karşı çıkan ebeveynler bile dize getiriliyordu. Birbirlerine düşmanca tavır takınan aileler zamanla gülüşüp kaynaşıveriyordu.


Genç aşıklar büyük engellerden birini daha kağıt gibi buruşturup atıyorlardı ki kanalı değiştirdi.


Daha önce izlediği bir film oynuyordu. İzlediğine emindi ama aklında doğru dürüst bir ayrıntı kalmamıştı. Kalmamış olmasına şaştı. Filmde hayata birkaç adım geriden başlamış bir gencin dipten zirveye varan başarı öyküsü konu ediliyordu. Evrendeki tüm enerji önceleri bu gencin başarısız, mutsuz, ezik bir hayat yaşaması için kullanılıyordu. Buna karşın yetimhanenin en rezil koşullarından çıkan kahramanımız destansı bir başarıya imza atıyordu. Çocuklukta, ilk gençlikte yoksun kaldığı ne varsa sonradan misliyle elde ediyordu.


Türlü türlü sorunla ustaca mücadele eden kahramanımız, dünyaya onuncu kez gelmişti de her türlü yolu biliyordu sanki. Hemen hiçbir şeyde zorlanmıyordu. Şak diye iş bitiriyordu. Kişisel gelişim fetişistlerinde bile hayranlık uyandıracak bir başarı…


Adam, güzeller güzeli sevgilisiyle birlikte yatına atlayıp Güney Amerika turuna çıkmak üzere hazırlanıyordu ki kanalı değiştirdi. Ortalama beş altı saniyede bir mekanın ve kıyafetlerin değiştiği, aynı söz ve melodi tekrarlarıyla örülmüş bir klip çıktı. Genç bir kız ve erkek beşer saniye arayla önce plajda, sonra AVM’de, üstü açık spor arabada, lüks bir restoranın mum ışıklı masasında, ışıl ışıl bir caddede, eğlencenin dibine vurulan bir festivalde, bir rezidansın balkonunda, şahane bir havuz partisinde, çocuk parkında, Scooter motorla şehir turunda, kahkaha patlaması yaşanan kalabalık bir doğum gününde, su parkında kaydırakta, rock konserinde, üstleri başları batmış çıkmış halde duvar boyamada, tül perdelerin uçuştuğu loş bir odada, beyaz çarşaflı yatakta, geniş ve modern bir salonda, deri koltukta TV karşısında, güle oynaya yemek hazırlanan ışıl ışıl bir mutfakta, gün batımında lüks bir teknede, sonra tekrar plajda görünüyorlar; aşklarını doya doya, özgürce, hiçbir engelle karşılaşmaksızın yaşıyorlar, evrenin sonsuz enerjisini emiyorlardı.


Sevgililer kalabalık bir meydanda kimseyi takmaksızın öpüşmeye başlamışlardı ki kanalı değiştirdi.


Deniz, kum, güneş... şezlonglar, şemsiyeler, rengarenk havlular... ışıl ışıl bir plaj… şıkır şıkır bir kalabalık… Herkes genç, güzel, yakışıklı, sağlıklı, dipdiri, dinamik, enerjik. Güneş gibi parıldayan gülümseyişler... İnsana yaşama sevinci veren bir müzik…


Gençler önce suda birbirini ıslatıyor. Sonra da bu, dünyanın en komik şeyiymiş gibi -ağızlar bir karış açık- kahkaha atıyor. Bir oradan bir buradan sökün edip gelen gençler bir oraya bir buraya koşuşturuyor. Şirin şirin çarpışmalar, sıcak sıcak kucaklaşmalar, tatlı tatlı şakalar, zıp zıp zıplayışlar…


Hop, plaj voleybolu oynanıyor. Hop, gitar çalınıyor, hep bir ağızdan şarkı söyleniyor. Elden ele geçirilen gazlı içecek şişeleri… Buz gibi. Lıkır lıkır hayat akıyor boğazlardan içeri. Şişeler bayrak gibi göğe kaldırılıyor. Tıkırt, şıkırt, çılıngırt! Tokuşturuluyor. Tekrar kana kana içiliyor luk, luk, luk, luk, luk! Oh, buz gibi! Hayat budur işte!


Gün batımında kumlara oturuluyor. Muhteşem bir günün muhteşem akşamına uzanılıyor. Eğlence, neşe ve coşkuyla harmanlanmış sonsuz bir birliktelik ve bu bitimsiz güzelliği taçlandıran gazlı içecek...


Ekranda kocaman harflerle afili bir slogan atılmıştı ki televizyonu kapattı.Banyoya gitti, hızlı hızlı dişlerini fırçaladı. Tuvaletini yaptı. Ellerini yıkadı. Havlunun kirlendiği fark etti. Dün de fark etmiş, değiştirmeyi unutmuştu. Geç olmuştu, üşendi, sabahleyin değiştirmeye karar verdi.


Alarmı kurdu, yatağa uzanıp üzerini örttü, kısa bir süre sonra uykuya daldı. Rüyasında bomboş bir sahilde oturuyordu. Deniz koyu maviydi. Gökyüzünde gri bulutlar vardı. Elini kumlara daldırdı. Eline siyah, yapışkan bir sıvı bulaştı. Kararan elini üzerine sildi, giysileri kirlendi. Değiştirmek gerek. Uzaktan geçen bir geminin düdüğü duyuldu. Dalgalar bir şişe getirmişti kıyıya. Şişeyi açtı. İçindeki kağıdı çıkardı. Boş… Boş bir kağıt…


Uyandı, tuvalete gitti, su içti, yatağa döndü, uykuya daldı.


Uyandı, tuvalete gitti, su içmekten vazgeçti, yatağa döndü, uykuya daldı.


Alarm çaldı, üç kere erteledi, dördüncüde kalktı. Banyoya gitti, lambayı açtı, tavandan dökülen çiğ ışık gözlerini acıttı. Tuvaletini yaptı. Elini yüzünü yıkadı.Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yorgun yüzünde yol yol akan su damlalarını izledi ölgün bakışlarla. Çeşmenin başını çevirdi ağır ağır, suyun akışı kesildi. Sol eli lavabonun kenarını, diğeri çeşme başını tutarken bedeninin belden yukarısı hafifçe öne eğildi. Gözleri aynadaki gözlerine odaklandı. Öylece boş boş baktı. Derin ve serin bir boşluk. Bataklık gibi bir uykudan uyanmanın acımsı yorgunluğu vardı bedeninin her hücresinde. Çamurda debelenip durmanın verdiği yapışkan bir bitkinlik. Yosun kokusu zihninin sisle örtülü toprağından buhar buhar tütüyordu.


Lavabonun başından ayrıldı, ellerini kuruladı. Havlunun değiştirilmesi gerektiğini anımsadı. Dönünce bakarım icabına, dedi. Geç kalıyordu. Hızlıca giyindi, mutfağa geçti. Çikolatalı gofret ve sudan oluşan kahvaltısını bitirdi. Apar topar evden çıktı.


Durak, sabahın erken saatinde bile kalabalıktı. Herkes uykulu ve donuk gözlerle bir asfalta, bir karşıya, bir otobüsün geleceği yöne bakıyordu. Yüzler soluk, bakışlar boş ve anlamsız. Yarı uyanık beyinlerin iktidar savaşı verdiği yarı uykulu bedenler… Yumuşak bir sessizlik… Şekerli bir mahmurluk… Yapışkan bir bekleyiş…


Otobüs geldi. Uyurgezer gibi bindi herkes. Kartlar okutuldu, koltuklara geçildi. Kirli camların ardından bakılarak yol alındı. Kimse konuşmuyordu. Kimsenin kimsesi yok gibiydi.


Bir cenazeye mi gidiliyordu? Cenaze yakınlarını taşıyan bir otobüste miydi? Yanlış otobüse mi binmişti? Numarasına bakmış mıydı? Uykulu gözleri, yeni doğan güneşin kızıla boyadığı binaların üzerinde geziniyordu. Gözlerinden çıkarttığı kızıl bir ışınla binaları deldiğini hayal etti. Binalar şoka uğruyor, içlerindeki tüm eşyaları sokağa kusuyordu. Sonra mum gibi eriyordu hepsi.


Otobüsten indi, metroya geçti. Bekledi. Karşıda bekleyenlerin arkasındaki reklam panosunda gazlı içecek cennetinin güzelleri ve yakışıklıları vardı. Kocaman gülüşlerini boca ediyorlardı bekleyenlerin üzerine.


Trene bindi. Trenden indi. Yürüyen merdivene geçti. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.” Artık devir değişti. Ağır ağır çıkarılacaksın bu merdivenlerden. Çantanda ceset rengi bir yığın evrak. Ve bir zaman bakacaksın semaya haykırarak.


Fabrikalardaki yürüyen zeminlere konmuş ürünler gibiydi yürüyen merdivendeki insanlar. Devasa bir makinede kullanılacak dişliler, yedek parçalar gibi ait oldukları yerlere taşınıyorlardı.


Metrodan çıktı. Hızlı adımlarla yürüdü. Plazaya girdi, iş yerine çıktı. Masasına oturdu. Kahve içti. Çalıştı. Kahve içti. Çalıştı. Sigara içti. Çalıştı. Ayaküstü kısa bir sohbet, kağıt alıp vermeler, imzalar… Motivasyon söylemleri, kıskançlık soslu tebrikler, dedikodu paslaşmaları, yalan gece hayatı öyküleri, abartılı övgüler, sessiz sövgüler, terfi plan ve tuzakları… Proje ve stratejilere yeni bakış açıları… Personelin ihtiyaç duyduğu seminer ve sunumlar… Verimliliği artırıcı takım çalışması… Uyum, birlik bütünlük, yine motivasyon…


Ara verildi. Yemeğe indi. Yemek yedi, gazlı içecek içti, giysi kesimlerine göre stilize edilmiş kumaştan saygıların geçici pürüzsüzlüğünde sürekli saati kontrol ederek oturanlarla birlikte. Zoraki yemek masası gruplarında kafalar sırayla evet anlamında sallanıyordu. Bir şeyler konuşuluyordu ama bir şey söylenmiyordu. Kaşık çatal sesleri, tabak bardak tıkırtıları, kirlenen peçeteler…


İş yerine çıktı. Kahve içti. Dosyaları ayıkladı. Fotokopi çekti. Dosyaları kaldırdı. Yazışmaları gözden geçirdi. Sigara içti. Camdan baktı. E-mail yazdı. Takvime baktı. Listeleri hazırladı. Sigara ve kahve içti.


Masasına oturdu, arkasına yaslandı. İş yerindeki hareketliliği izledi kısa bir süre. Gevşetilen kravatlar, sıvanan kollar, ekran ışığının aydınlattığı yorgun yüzler… Topuk sesleri çivi çakar gibi. Ben geliyorum, der gibi. Tak, tak, tak, tak! Kim o? Ben!


Kaç yıldır bu işteydi? Kaç yıldır aynı şeyleri yapıyordu her gün? İşler az çok değişmiş miydi zaman içinde? Yoksa hep aynı mı kalmıştı? Hep bu masada mı oturmuştu? Başka bir hedefi olmuş muydu? Neresindeydi o hedefin? Neresindeydi o hedef? Kıymık gibi batmış mıydı ruhuna? Acıtmıyor muydu artık?


Mesai bitti. “İyi akşamlar” paslaşmalarıyla terk edildi iş yeri. Herkes kaçar gibi bir yerlere dağıldı. Kimse kimin nereye gittiğini merak etmedi. Kimse kimseye değmedi.


Metroya girdi. Yürüyen merdivene bindi. Günlük işi biten makine parçaları ertesi gün kullanılmak üzere geri götürülüyordu. Bakım, onarım, yağlama… Yemek, içmek, uyku...


Metrodan çıktı, lokantaya gitti, yemek yedi. Sigara içti. Çay olduğu iddiasındaki sıvıdan iki yudum aldı. Hesabı ödeyip çıktı.


Yürüdü. Parkın içinden geçiyordu ki sert bir şekilde tartışan genç bir kız ve erkek gördü. Kavga konusunu merak etti. İlerideki bir banka oturdu, sigara yaktı, çaktırmadan dinlemeye başladı. Kız telefondan, mesajdan söz ediyor; erkek ise şaşkın ve sinirli bir halde dinliyordu.


“Sen benim adıma nasıl mesaj atarsın? Hem de benim telefonumdan!” dedi kız. “Mesaj atmadım. Sen içerideyken o şerefsiz aradı, ben de açtım, ne söylenmesi gerekiyorsa söyledim.” dedi erkek. Atışma sert cümlelerle devam etti.


Sonunda kız, “Al o zaman, yine ararsa sen konuşursun bundan sonra!” diyerek elindeki telefonu yere çarptı. Telefon iki üç parçaya ayrıldı. Kız, arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladı. Erkek de telefon parçalarını hızla topladıktan sonra bağıra çağıra arkasından koştu, yetişti, kızın kolunu yakaladı. Kız sert bir hareketle kendisini kurtardı. Çalılıkların ardında kayboldular, sesleri giderek azaldı ve sonra duyulmaz oldu. Kırık telefon, kırık kalpler… Pat küt, her şey biter! Yerli dizide mi yaşadığınızı sanıyorsunuz ey sevgiler!


Kalktı, durağa gitti. Otobüse bindi. Evinin yakınında indi. Apartmana girdi. Posta kutusunda uzun bir zarf vardı. Zarfı aldı. Üzerinde bankanın adını ve logosunu gördü. Canı sıkıldı. Zarfı çantasına attı. Cep telefonuna baktı. Arama yoktu. Beş yıldızlı bir otelin erken rezervasyon mesajı vardı.


Eve girdi. Üzerini değiştirdi. Banyoya geçti, elini yüzünü yıkadı. Gözü havlunun kirine ilişti. Yatmadan önce değiştireyim şunu, dedi. Salona geçti, koltuğa kuruldu, kumandaya bastı. Televizyonun açılması yaklaşık on saniye sürdü. Ne kadar da geç açılıyor, diye düşündü.


Bir film oynuyordu. İzlediği bir filmdi ama ayrıntıları çok iyi anımsamıyordu. Büyük şehrin koşuşturmasından, tıkanan trafikten, faturalardan, kampanyalardan, tüketim çılgınlığından, betonlaşmadan, yoğun ve yıpratıcı iş temposundan bunalan kahramanımız bir gün iş çıkışı bir parkta banka oturur ve uzun uzun düşünür. Hayalim bu muydu, diye sorar kendisine. Gece yarısına kadar bankta oturup hayatını irdeler ve sonunda karar verir. İşi bıkacak, elinde ne varsa satacak, bu merhametsizce büyüyen makinenin dişlisi olmaktan kurtulacaktır. Sırt çantasını yüklenip yola çıkacaktır. Hedefsizce gidecektir. Yol alacaktır. Yolda olacaktır. Bir yere ait olmayacak, kök salmayacaktır.


Adam, kravatını çözerek banktan kalmıştı ki televizyonu kapattı.


Bir süre koltukta boş boş oturdu. Karanlık televizyon ekranındaki silik yansımasına baktı. Hipnotize olmuş gibiydi. Aklından geçen bağımsız düşüncelerin etkisi altındaydı. Birbiriyle alakası olmayan bir sürü görüntü geçti gözünden. Kalk, dedi içinden bir ses. Geç olmadan! Haydi!


Kalktı. Banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadı, kuruladı ve o an orada kesin bir karar verdi. Erteleyip durmak yanlıştı. Havluyu günaşırı mutlaka değiştirecekti.